Semptom, Yanlış-Tanıma ve Predestination
Zizek’in yazmış olduğu İdeolojinin Yüce Nesnesi isimli kitabın ilk bölümünün ikinci kısmı Semptom ve Sinthome üzerinden işlenmekte ve bu yazıda da bu kitaptan anladığım kadarıyla Semptomu biraz açıklamak niyetindeyim. Ancak bunları anlamlandırmak için bir “öteki/Öteki” kavramına bakmak gerekecektir ki bunun için de yine kitabın sözlük bölümüne referans vermek gerekir. öteki/Öteki:
“Lacan’a göre öznenin oluşumu daima “öteki”yi varsayar. Ben’in ortaya çıkabilmesi için, çocuğun kendisini “öteki” olarak görebileceği bir ayna evresi zorunludur. Aynada görülen (ve bedensel bir bütünlük, tamlık yanılsaması yaratan) öteki, ben’in temelidir. Bu ilk “öteki”, Lacan’a göre ‘küçük öteki’dir… Büyük yazılan ‘Öteki’ ise, simgesel düzenin ta kendisidir. Bir muhtatap değil, hitap edenin içinde var olduğu simgesel sistemin belirleyicilerinin toplamıdır… Büyük öteki, oradan kendimize bakarak, kendimizi olmak istediğimiz gibi gördiğimüz konumdur. Büyük Öteki, bir eksik’i olmadığı varsayılarak(eksik’i gizli tutularak)i tüm arzunun mekanı olarak kurulur; bu mekanı Babanın-Adı, devlet, tanrı, yasa, kısacası özeni için simgesel düzenin bütünlüğünü temsil eden herhangi bir şey doldurabilir…”
Bu sözlükte bahsedilen kısımdan bizi ilgilendiren şey Büyük Öteki ve bununla ilgili kısmı okurken içimden geçen şey “E Tanrı’yı anlatmış, niye başka bir isim koymuş.” olduğuydu(henüz alıntının son cümlesini okumamıştım.). Büyük Ötekiyi bundan sonra bu şekilde yazmaktan ziyade sadece “Ö” harfini büyük yazarak işleyeceğim: Öteki.
Semptom ve nedensellik analizinin açıklamasına baktığınızda nedensellik anlamında somut, nesnel bir nedensellik bulunmuyor, biz bunu anlamlandırma olarak işliyoruz ve olaylar gerçekleştikten sonra nedenini açıklayabiliyoruz. Bu anlamlandırma işlemi yaşadığımıza bir anlam katma işlemidir. Bu yüzden özneldir. Nesnel olan şey bu işlemlerin ve sürecin gerçekliği.
Lacan semptomu, bastırılmış olanın dönüşü, bastırılmış olanı simgesel alana aktaramadığımız imgesel alandaki saplantılarımız olarak açıklıyor. Semptomun çözümü için uğraşımız, analizimiz, geçmişe doğru bir anlamlandırmadır. Bu anlamlandırma Öteki sayesinde gerçekleşir ve ilk anlamda bu bir yanlış-tanımadır. Yanlış-tanıma sayesinde de doğruya ulaşırız. Kitapta örnek olarak verilen Samarra’daki hikaye üzerinden gidelim. Bilmeyenler için hikaye özetle şu şekilde: Bir tüccar, uşağını alışveriş için pazara gönderdikten sonra, uşağı ölümle göz göze gelir ve onun bakışlarını tehdit edici olarak görür. Bunu gören uşak hemen tüccarın yanına gider ve durumu anlatıp at alarak Samarra’ya giderek ölümden kaçmak ister. Tüccar uşağının istediğini verir ve uşağı gider. Sonrasında tüccar pazara gider ve ölümle karşılaşır ve uşağına neden öyle baktığını sorar. Ölüm ise bunun şaşkınlık bakışı olduğunu çünkü uşakla akşam Samarra’da randevuları olduğunu ve burada görünce bu yüzden şaşırdığını aktarır.
Bu hikayeye anlatılan durumla bakarsak, semptom uşağın bastırılmış olan ölüm korkusunun ortaya çıkışı, anlamlandırma ise, ölümle karşı karşıya geldiğinde bakışları tehdit edici olarak yorumlamasıdır. Bundan kurtulmak için aldığı önlem ise onun sonunu getirmiştir. Burada yanlış-tanıma yüzünden vaadedilen gerçekleşmiştir. Yine örnek verdiği Oedipus kompleksi de benzer bir durumdur. Keza Sezar ile ilgili yapılan yorum da buna benzer bir şekildedir. Sezar’ın bütün gücü elinde toplamasını tarihsel bir gerçeklik, gereklilik olarak adlandıran Hegel, Sezar’ın ölümünden sonra sezarlığın oluşumunun toplumsal bilincin gerçeği yakalayamamasına atfederken, Zizek ise bu durumu o dönemki cumhuriyetçilerin Sezar’ın ölümü durumunda tekrar cumhuriyetçi duruma dönüleceğini düşünen cumhuriyetçilerin yanlış-tanıması sayesinde gerçeğin, “hakikatin” ortaya çıktığını yani sezarlık makamının oluştuğunu aktarıyor.
Predestination filmi de buna benzerdir. Bir bilim kurgu hikayesinden uyarlanan filmde kendi kendisini yenmeye çalışan bir kişinin yaşadıkları anlatılmaktadır. Her şeyin sebebi ve sonucu kendisi olan varlığın en son kaçındığı şey ile karşılaştığında, kendisine söylenen şey, o kaçındığı ve yok etmeye çalıştığı şeyi de sevmesi gerektiğidir. Ancak karşısındakini yok ederse sorunu çözeceğini düşünen kahraman(yanlış-tanıma yaparak) sürekli olarak aynı döngüye düşmekte ve kendi kehanetini de gerçekleştirmektedir.
Bu yanlış-tanıma işlemi ise sf. 81’de aktarılana göre başlı başına bir gerekliliktir, doğrunun ortaya çıkması için lazımdır, kaçış mümkün değildir ve bu yanlış-tanımadan nasıl çıkılacağı ise sf 83 ve 84’te anlatılmış:
“…imgesel benlik kavramını ele alalım: Bu benlik ancak kendi koşullarını yanlış-tanıma temelinde varolur, bu yanlış-tanımanın sonucudur. Dolayısıyla Lacan, benliğin kendi koşullarını düşünme, kavrama konusundaki sözde yeteneksizliği-ulaşılmaz bilinçdışı güçlerin oyuncağı olması- üzerinde durmaz; onun vurgulamak istediği nokta, öznenin bu düşünmenin bedelini tam da ontolojik tutarlığını kaybederek ödeyebileceğidir…. Psikanalizde, bilgi ölümcül bir boyutla damgalanmıştır.: Özne ona yaklaşmanın bedelini kendi varlığıyla ödemek zorundadır. Başka bir deyişle, yanlış-tanımayı ortadan kaldırmak, kendini yanlış-tanıma formu/yanılsaması ardında sakladığı varsayılan “töz”ü de ortadan kaldırmak… anlamına gelir. Bu ‘töz’ -psikanalizin kabul ettiği tek tözdür bu- Lacan’a göre keyifitr(jouissance)…Analist, onu kendi arzusu hakkında bilgi sahibi olmaya doğru iterek, fiilen ondan en mahrem hazinesini, keyfinin çekirdeğini çalmak istemektedir.”
Bu anlatılanlara baktığımızda bana öğrendiğimiz kader veya büyük resim mantığını çağrıştırıyor. Kaderde de ne olacağı, neyin gerçekleşeceği bellidir ve burada bir büyük resmin ve kehanetin sürekli olarak gerçekleşmesi ile Lacan’ın teorisi benzerlik gösteriyor. Lacan’ın koyduğu formülasyona göre kaderin gerçekleşmesini sağlayan şey yanlış-tanımanın ta kendisi.