Luxemburg ve Berstein

 Kendimi ifade ettiğim ve etraftan farklı olduğum noktada aforoz edileceğimi hisseden ve düşünen, bu aforozun da korkusu ile yaşayan bir insan olarak kitaptaki Rosa Luxemburg ile Eduard Bernstein arasındaki tartışma üzerinden konuşmak istiyorum. Bu korku bana öyle geliyor ki Talha’nın oluşmasının, insan olmamın, insanca yaşamanın önündeki engellerden birisi. Burada Luxemburg’un yaklaşımına Bernstein’e nazaran daha yakın olduğumu düşünüyorum. sayfa 74’te Zizek bizlere aktarıyor. Doğrudan kitaptaki bahsi buraya aktarmak ve bu aktarılan üzerinden tartışmak niyetindeyim.

Yanlışın doğrunun bir iç koşulu olduğu şeklindeki aynı mantığı Rosa Luxemburg’da, onun devrimci sürecin diyalektiğini betimleyiş biçiminde buluruz. Burada Luxemburg’un, Eduard Berstein’a karşı, onun iktidarı ‘çok erken’, ‘vaktinden önce’, mahut ‘nesnel koşullar’ olgunlaşmadan ele geçirmeye yönelik revizyonist korkusuna karşı geliştirdiği savdan bahsediyorz- iyi bilindiği üzere, Berstein’ın sosyal demokrasinin devrimci kanadına yönelltiği asıl suçlama buydu: Çok sabırsızlar, tarihsel gelişimin nesnel mantığını hızlandırmak, onun önüne geçmek istiyorlar. Rosa Luxemburg’un verdiği cevap, iktidarı ele geçirişin zaten zorunlu olarak ‘vaktinden önce’ olduğu şeklindedir: İşçi sınıfının ‘olgunluğa’ ulaşmasının, iktirdara ele geçirmenin tek olası yolu tam da bu ‘vaktinden önceki’ girişimlerdir… Eğer sadece ‘uygun anı’ beklersek, hiçbir zaman onu görecek kadar yaşayamayız, çünkü bu an ‘uygun an’ devrimci gücün(öznenin) olgunlaşmasının öznel koşulları gerçekleşmeden gelemez- yani ancak bir dizi ‘vaktinden önce’ başarısız girişimden sonra gelebilir…Robespierre’in ünlü lafını yinelersek, revizyonistler ‘devrimsiz bir devrim’ istemektedirler.”

Luxmeburg’un semptomdan kurtulabilmek adına, işçi sınıfının esaretten ve ezilmekten kurtulmak adına iktidarı ele geçirmesi gerektiği, bu süreçte yanlışlar, kusurlar ve hazımsızlık yapabileceği ve aslında bu durumlar sayesinde büyüyüp gelişip iktidara yaraşır hale geleceğini düşünmektedir. Bunun benzeri kişinin bir birey, simgesel düzen içinde özne oluşunda da yine benzer bir süreç bulunmakta ve burada yapacağı yanlışlardan, kusurlar bu sürecin kaçınılmaz bir parçası(yanlış-tanıma gibi). Bu kusurları sahiplenmek, başlı başına olabileceğini belirtmek, onlarla barışık olmak kişinin gelişiminin de önemli bir parçası.

Aforoz edilme korkumda da mücadele, baş etme sürecinde, en temelinde yatan şey, aforoz edildiğim noktada hayatımın bitecek, bir sembolik ölüm, kanatları kesilmiş, koparılmış, eksik kalmış, kusurlu ve kendimi böyle bir durumu soktuğum için de kendime yönelik olarak kızgınlığımı hissetmemdir. Ancak insanın yanlış yapabileceği, aforoz edilebileceği, birey olma uğruna da bunlara katlanması gerekiyor, bu gelecek sonuçları da benimsemesi gerekiyor gibime geliyor. Bütün bu sürecin sonunda bağımlılığın ortadan kalkacağı bir durumun ortaya çıkacağını düşünüyorum. Bunun beraberinde getirdiği bir korku da var. O keyiften, o comfort zone‘dan çıkmak, belirsizliğe giriş yapmak bir yandan özgürlük getirirken bir yandan da korkuyu da inşa ediyor.

Ufak ufak da kitabın ikinci bölümünün bir girişini yapmak gerekir. “Öteki’deki Eksik” başlıklı ikinci bölümün ilk kısmı “Che Vuoi?” isimli başlıkla ilk bölümünü oluşturuyor. Burada Lacan’cı point de capiton teriminden birazcık bahsedeceğim. Aktarılana göre yapısalcı dil kuramında gösterilen ve gösterenin bir birine direk işlenmediği ve konumlanmadığı bahsedilir. Bunu basitçe sözcükler ve nesneler olarak düşünebiliriz. Burada gösteren, yani sözcükler, yüzer-gezerdir. Yüzer-gezer ne demek? Belirsizdir, hangi nesneye işaret edeceği belirsizdir. Ancak dilin inşa edilebilmesi, birbirimizi anlayabilmemiz için, bazı gösterenleri, yani sözcükleri, belli sabit anlamlar atarız. Bu sabitlediğimiz şeylere points de capiton deriz. 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir