2024’ün 1 Ocağında Türkiye’ye Bakabilse Haldun Ne Derdi?
İbn-i Haldun’un Mukaddime’sinin ilk cildi bitmiş ve de ilk yazının üstünden uzun bir süre geçmiş olmakla beraber bir yazı yazmanın faydalı olacağını düşündüm. Önceki yazıda Haldun’un ne yapmaya ve neye niyetlendiğini anlamaya çalışmıştım. Şimdiki yazıda ise Haldun’un ortaya koyduklarından yola çıkarak, Haldun gibi düşünerek, bir nevi kendimi onun yerine koyarak günümüz Türkiye’sinde yaşasaydı ne düşüneceği ve de ne diyeceği üzerine çalışmak istedim. Tabii ki bu yazının kendisi bir spekülasyodur, Haldun’un ne diyeceğini hiçbir zaman bilemeyiz. Hatta Haldun günümüzde yaşasaydı bu teorilerini ve tespitlerini revize eder, yeni baştan yazardı. Ama bunu yazmanın sebebi o zamanın düşünce dünyasından bakarak bugüne bir projeksiyon tutabilmektir.
Öncelikle Haldun’un devletten ne anladığını biraz irdelemek gerekir. Bahsetmiş olduğu devletin özelliklerini de sayfa 289’da anlatmaktadır “Her asabiyet ve hükümdarlık devlet değildir. Gerçekte devlet ve hükümdarlığa sahip olan asabiyet, halka hakim olup onları kendilerine boyun eğdiren, vergileri toplayan, ordu ve elçiler gönderen, sınırları koruyan ve kendisinin üzerinde boyun eğeceği başka bir güç olmayandır.” Bir millet veya ulus olmak bu devlet tanımınında bulunmuyor ve Haldun’un devleti modern bir devlet değil. Kabileler arasında asabiyeti en yüksek olanın hükümdar olup diğerlerini bir araya getirdiği bir yapı olarak devleti görüyor. Bunu 255. Sayfadaki “Büyüklük ve Otoritenin Tek Bir Kişide Toplanmasının, Hükümdarlığın(Devlet Olmanın) Özelliklerinden Biri Olduğu Hakkında” isimli bölümün başlangıcınd da görüyoruz: “Bunun sebebi, daha önce değindiğimiz gibi, hükümdarlığın ancak asabiyet (birbirine kenetlenmiş toplumsal güç) ile elde edilmesidir. Asabiyet ise (alt derecedeki) pek çok güç gruplarından oluşmaktadır. Diğer hepsinden daha kuvvetli olan bu gruplardan biri, diğerlerine galip gelerek onlar üzerinde hakimiyet kurar ve onları kendi çatısı altında birleştirir. Böylece diğer insanlara ve devletlere galip ve üstün gelecek birlikteliğe ulaşırlar.”
Yukarıdaki paragraf ilk okunduğunda ikinci cümlede kastedilenin asabiyet kavramının içindeki kümelere güç gruplara değinildiği düşünülebilir. Ancak sonraki cümlelere bakıldığında, bu kümenin elemanlarından diğer elemanlardan birine üstün gelmesi, sonrasında diğer elemanları altında birleştirmesi ve en sonunda diğer insanlar ile devletlere hakim olması anlamı çıkar ki bu anlamsız bir şey ortaya çıkarır. Çünkü asabiyet zaten insanların hakimiyet kurmak için ihtiyacı olan şeydir. Hakimiyeti kuran asabiyet değildir. Bu yüzden de Haldun’un burada güç grupları derken kast ettiği şeyin kabileler, aşiretler, beylikler, sülaleler gibi gruplar olduğu açıktır.
İşte Haldun’un devletinin nasıl olduğunu anladıktan sonra günümüz Türkiye’sine oturup baktığı anda öncelikli olarak diyeceği şey devletin kuruluş tarihinin 2002 olduğudur. Bunu söylemesine sebep olan şey ise dediğimiz gibi onun gözünde devleti oluşturan şeyin asabiyeti güçlü olan ekibin iktidarı ele geçirmesiyle oluşan bir süreç olmasından dolayı, burada da AKP’nin iktidarı almasıyla beraber yeni devletin kurulduğunu düşünecektir. Kimi kişiler, AKP’nin 2007’de yapmış olduğu referandum tarihini yeni devletin kuruluşu olarak görüp, 2002’den 2007’ye kadar olan süreci ise Türkler’in yönetici olup halifenin hala Arap kabilelerinde olmasına, örneğin Selçuklu, Abbasi ilişkisine benzetebilir. Haklılık payları da vardır. Ancak o 2002 yılında devletin kurulduğunu ve zamanla havzasını genişlettiğini muhtemelen söyleyecektir. Çünkü, İbn-i Haldun da devleti insanın hayatına benzer bir şekilde görüyor ve işliyor ve ona göre devletin geçtiği 5 aşamanın olduğunu söylüyor. Bunları sayfa 270 ve 273 arasında anlatmış olup 280’de de devamını getiriyor. Özetle bunlar sırasıyla:
1)Harekete geçmek ve zafere ulaşma dönemi, bu dönemde hükümdarlık, kendilerinden önceli devletin elinden alınır. Yeni devletin başına geçen kişi ise, devleti büyütüp yüceltmek suretiyle şan ve asalet kazanmak, vergileri toplamak ve devleti korumak noktasında, kavmi içinde örnek konumdadır. Diğerlerine danışmadan tek başına hareket edemez. Çünkü zaferi getiren asabiyetin gerektirdiği budur ve bu aşamada asabiyet henüz devam etmektedir. (AKP’nin iktidarının ilk yıllarını ne kadar çok kişinin övdüğü, aralarındaki dayanışma ve asabiyetin devam ettiği düşünüldüğünde, 2002’yi AKP devleti için bir kuruluş yılı olarak göreceği çok açıktır.)
2) İstibdat(yönetimi tek başına ele alma, diktatörlük) dönemi. Bu dönemde devletin başındaki, devletin yönetimini kendi eline alır ve asabiyetinin yönetime katılmasına engel olur. Bu yüzden devlet başkanı bu aşamada, kendisi gibi devletin kuruluşuna iştirak etmiş ve kendisiyle aynı nesepten olan kabilesi ve aşiretinin gücünü kırmak için, devlet hizmetlerine (ve orduya) dışarıdan kimseleri alır. Böylece devlet başkanı, asabiyetini devlet yönetiminden uzaklaştırır, yönetime ortak olmak için atacakları her adımı geriye çevirir ve sonuçta yönetimi sadece kendisine ve kendi ailesine has kılar…
3) Devletin istikrar bulması ve zenginleşmesiyle, nefislerin de meylettiği hükümdarlığın meyvelerinin toplanıp elde edildiği sükunet ve rahatlık dönemi. Bu dönemde hükümdar bütün çabasını vergilerin toplanmasına, gelir ve giderlerin kontrol altına alınmasına, harcama yapılacak ve infakta bulunulacak yerlerin tespit edilmesine ayırır. Yine bu dönem görkemli binaların yükseldiği, büyük fabrikaların kurulduğu, diğer milletlerden gelen heyetlere hediyelerin verildiği ve ülke içinde iyiliklerin yayıldığı bir dönemdir. Aynı şekilde hükümdar, yardımcıları ve çevresine dağıttığı mallar ve makamlar ile onların refah seviyelerini yükseltip imkanlarını genişletir ve bunun eseri giydikleri elbiselerde, kuşandıkları silahlarda ve özel günlerdeki kıyafetlerde görülür. Böylece onlarla barış içinde olunan devletlere karşı övünülür, savaş halindekilere gözdağı verilir.
4) Sahip olunan şeylere kanaat etme ve barış dönemi. Bu dönemde hükümdar, kendisinde önceki hükümdarlarını elde ettiklerine kanaat edip onlarla yetinir, kendisiyle emsal olan diğer devletlerin hükümdarlarıyla barış içinde olur ve kendi seleflerinin yolunu adım adım takip eder. Kurmuş oldukları devlet ile onların kendisinden daha basiretli olduğunu düşündüğünden taklit etmeyi bırakıp, onların yolundan ayrıldığında hükümdarlığın elinden gideceğine inanır.
5)Ölçüsüzce harcamalarda bulunma ve insaf dönemi. Bu dönemde hükümdar, kendisinden önceki hükümdarların birikimlerini zevklerini, arzuları ve şehveti uğruna harcar; eğlence meclislerinde kötü dostlara ve güzel kadınlara saçar. Yine zevk ve eğlence meclislerinde beraber olduğu kimseleri altından kalkamayacakları büyük görevlere getirip, kendi kavminden olan dost ve yardımcıları, yine kendisinden önceki hükümdarların (kendi kavminin dışından atadığı) dost ve yardımcıları küstürüp çevresinden uzaklaştırır.
Şimdi oturup Türkiye coğrafyasındaki AKP devletinin 20 yılını okuyan İbn-i Haldun, hangi aşamada olduğunu nasıl bulacaktır? İbn-i Haldun bunu anlayabilmek için izleyebileceği yol ise dönemlere dair semptomlara bakmaktır. Mukaddime’nin ilk cildine baktığımızda da Haldun’un devletin çöküş aşamasında ortaya çıkan semptomları daha spesifik tanımladığını görüyoruz. Diğer dönemler için ise bu kadar net değil. Devletin başlangıcında bolluk ve bereketin olduğu, bedevilikten kentliğe geçiş olduğu gibi durumlar tanımlasa da bunlar genel tanımlardır. Nasıl ki doktor hastaya teşhisi hastanın kendisini kötü hissetmesi beyanına dayanarak koyamayacak, hastanın ateş, nabız, tahlil sonuçları gibi spesifik göstergelere ihtiyacı varsa; Haldun’un da spesifik göstergelere ihtiyacı olacaktır. Bunlar da değindiğimiz gibi ihtiyarlık döneminde bulunmaktadır. Haldun’un ihtiyarlık dönemini daha spesifik tanımlaması daha önemlidir çünkü bu artık işlerin ciddi ve geri dönülemez bir noktada olduğu olarak görmektedir. Daha ciddi olan durumu daha spesifik hale getirmek zaten anlamlı bir aksiyondur.
Haldun bu semptomları ise şu başlıklarda sıralamış:
• Devletin Son Zamanlarında Satışlardan Vergi Alınması(Sayfa 421)
• Devletin Son Zamanlarında Kalkınmışlığın Artması, Ölümlerin ve Kıtlığın Çoğalması Hakkında(Sayfa 458)
• Hükümdarın Halktan Soyutlanıp Onlarla Görüşmemesi(Hicab), Bunun Nasıl Gerçekleştiği ve Bu Durumun Devletin İhtiyiarlık Çağında Daha Etkin Hale Geldiği Hakkında(Sayfa 437)
• Devlette Bozulmanın Nasıl Başladığı Hakkında(Sayfa 444)
İlk maddeden başlayarak ilerleyelim. “… Sonra lüks ve pahalı alışkanlıkların çoğalmasıyla harcamalar ve devleti koruyup idare edenlere verilecek ücretler artmaya devam eder. Böylece devlet ihtiyarlık çağına ulaşır. Devleti elinde tutan asabiyet, ülkenin uzak bölgelerinden vergi toplamaktan aciz kalır. Vergiler azalır, lüks harcamalar ve israflar çoğalır. Sonunda hükümdar yeni vergiler çıkarır. Pazarlarda yapılan her alış verişten, şehirdeki bütün ticari mallardan belirli oranlarda vergiler alınır. Ancak hükümdar, hem israf ve harcamaların, hem de askerlerin ve muhafızların çok olmasında ve ücretlerin artmasında dolayı, yeni vergiler ihdas etmeye ve oranlarını artırmaya mecbur kalır.”
Şimdi satışlardan alınan vergiler olan, KDV, ÖTV, MTV gibi vergilerin durumu ile ilgili olarak değerlendirme için vereceğim linkteki yazıya bakıldığında, KDV’nin payı 200lerin başında %30larda iken 2022 itibari ile %40lara kadar gelmiş, bununla beraber KDV’nin de oranlarında artışa gidilmiş, ÖTV ve MTV’de de ciddi artırımlar olmuştur. Bu durum Haldun’un bahsettiği satışlardan vergi alınması durumunu destekler niteliktedir. Her ne kadar satışlardan vergi alınmaya bu dönemde başlanmış olmasa da bu oranın artması da yine aynı manada bir durum ortaya koymaktadır. Devletin, ihtiyacını karşılamak için tüketimden aldığı vergiye dayandığı belli olmaktadır.
İkinci maddeye geçtiğimizde ise Haldun şöyle demektedir: “…Şimdi söylediklerimizle, daha önce, devletin son zamanlarında halkın fakir düştüğünü ve düzenin bozulduğunu, söylemiş olmamız arasında bir çelişki olduğunu sanma. Evet, o doğrudur ve söylediklerimiz arasında bir çelişki yoktur. Çünkü farkirlik o zaman başlamış olsa bile, vergi gelirlerinin azalmasının ve toplumun geriliemesinin etkileri – tabii işlerdeki tedricilik esası gereği- belirli bir süre sonra ortaya çıkar. Ve böylece devletin son zamanlarında kıtlık ve ölümler çoğalır.
Bunun sebepleri şunlardır: Devletin son zamanlarında yüksek veriglerle insanların ellerindeki mallar haksız yere alındığı için, halk zirai faaliyetlerden el çeker. Zirai faaliyetlerri terk etmenin bir başka sebebi de, devletin ihtiyarlık çağına girmesiyle başkaldırı ve isyanların çoğalması, fitnelerin artmasıdır. Çünkü bu durumlarda
Zirai faaliyetlerden elde edilen ürünler genellikle azalır…”
Haldun burada öncelikli olarak devletin devletin başta yaptığı güzel yatırımların meyvesinin sonradan ortaya çıkacağına değinerek burada devletin kalkınmışlığı ile beraber ömrünün sonunda oluşunun eş zamanlı olmasının problem olmadığını söylüyor. Onun aklındaki devlet içiin oluşturduğu çizgi başta artıyor sonra tepeye ulaşıyor ve sonra azalmaya başlıyor. Tıpkı bir parabol gibi. Bu cümlelerin devamında ölüme sebep olabilecek durumları saymakta, bunların içinde kıtlığı, salgını ve kendisinin öğrendiğine göre sağlık sorunu çıkartabilecek durumdan bahsetmektedir.
Haldun’un burada kast ettiği insanların gıdaya erişimlerinin ne durumda olduğu, gıda üretiminin ne durumda olduğuna dairdir. Bitkisel üretime dair veriler TÜİK’te bulunmaktadır. Bu verilere bakıldığında tarımsal üretimde artış olduğu görülmektedir.
Ama nüfus istatistikleri ile beraber ele alıp, bir ton üretimin kaç kişiye dağıldığına bakacaktır. Çünkü insanların sayısı arttığı için üretim artmış olup, bir kişiye daha az mal düştüğünü düşünecektir.
Bu grafiğe baktığımızda da 1 ton bitkisel üretim 2010 yıllında 9 kişiye pay olurken, 2022 yılında ise 6 kişiye pay olmuş. Buradan insanların daha fazla gıda alabildiği ve bundan dolayı da kıtlığın olmadığı yorumunu yapabiliriz. Bunun insanlar arasında nasıl pay edildiğine ise medyan değerleri bakılabilir. Ancak Haldun nasıl pay edildiğinden ziyade üretimi kast ettiği için onunla ilgilenmeyecektir. O yüzden onu irdelemeye gerek yoktur ve buradan da Haldun’un bakış açısına göre bir kıtlık yok diyebiliriz.
3. madde hükümdarın halk ile iç içeliği ve halka karşı yabancılaşması durumundan bahsetmektedir. Bu noktada hükümdar ile halkın ne kadar rahat bir iletişim kurduğuna dair istatistiki bir veriyi toparlayabilmek veya buna dair fikir verileri düzenleyebilmek bir yorum yapma fırsatı sağlayabilir. Burada belki de hükmedenin ne kadar toleranslı olduğu da bu anlamda bir yol gösterebilir. Çünkü Haldun bu toleransı övmüştür.
4. madde ise hükümdarın asabiyet ile kurduğu devletten sonra, gücün tekelleştirilmesi ve bu süreçte diğer olabilecek rakiplerin safdışı bırakılmasına dayandırmaktadır. Haldun akrabalık bağının asabiyeti oluşturduğunu söylerken, aslında nesep ilişkisi/soy ilişkisinin illaki kanla kurulması gereken bir şey olmadığı, evlatlık, köleyi azad etme gibi yollarla da kurulabileceğini söyler. Keza bir başka yerde de hükümdarlıktan önce kurulmuş ilişkinin ne kadar güçlü ve sağlam olacağı, onun bir ailedenmiş gibi bir ilişki olacağını da akseder. Burada da AKP’nin kuruluş kadrosunu İbn-i Haldun’un ifade ettiği şekliyle asabiyeti güçlü olan, kabilelerin parçaları olarak görebiliriz. Günümüze geldiğimizde o kuruluş kadrolarından kimse kalmamış ve de etrafı Haldun’un tabiriyle yabancılarla dolmuştur. Bu durumu gören İbn-i Haldun yorumu 4. Maddedeki hükümdarın yalnızlaştığına yönelik olacaktır.
İşte bu sebep ve gerekçelerden dolayı İbn-i Haldun’un ihtiyarlamış devlet için saydığı özelliklerden birine dair yorum yapamamış, diğer ikisine dair ise destekleyici veriler bulunulabilmiştir. Burada devletin ihtiyarlaşmasının illaki çöküş manasına geleceği yorumunu ise Haldun gerçekleştirmeyecektir. Çünkü Haldun yeni bir devletin kurulmasını da yine güçlü bir asabiye olabileceğini savunmaktadır. Bu noktada ihtiyarlık aşamasındaki devletin, onu doldurabilecek bir asabiyeye sahip olan yeni bir grup çıkmadığı sürece yerini alması mümkün değildir. Çünkü İbn-i Haldun’a göre devlet bir arada olmanın kaçınılmaz, mecburi ve doğal sonucudur. İnsanların bir arada yaşama mecburiyeti, devlet içinde yaşamalarını da mecbur kılmaktadır.
Peki ihtiyarlık/çöküş aşamasına girmiş devletin ne olacağına dair İbn-i Haldun’un yorumu nedir? Sayfa 442’de değindiği bu konuda insanlarda olduğu gibi devletlerde de ihtiyarlık kaçınılmazdır ve tedavisi mümkün değildir. Ona göre devletin ihtiyarlık aşamasına girmesi tabii bir durumdur. Her devlet bu duruma eninde sonunda girecektir. Bundan çıkışın mümkün olmamasını ise alışkanlığın gücüne bağlamaktadır:
“…Eğer devletler için ihtiyarlık tabii bir durumsa, o halde -tıpkı canlıların ihtiyarlaması gibi- devletlerin de gün gelip ihtiyarlaması tabii ve kaçınılmaz bir durumdur. İhtiyarlık – tabii bir durum olması nedeniyle- tedavisi ve kurtuluşu olmayan kronik hastalıklardandır. Çünkü tabii şeyler değişmez.
Siyasi dikkat ve uyanıklığa sahip pek çok idareci, devletinde görülmeye başlanan ihtiyarlık alametlerinin farkına varır ve devletin bu durumdan kurtulmasının mümkün olduğunu sanır. Sonra bütün enerjisini… kurtarmak için harcar. Devletin bu duruma düşmesinin, kendinden önceki idarecilerin gaflet ve kusurlarından kaynaklandığını düşünür.
Ancak gerçek öyle değildir. Devletin bu duruma düşmesi tabii bir şeydir ve (devlet adamlarının sahip oldukları lüks) alışkanlıklar, bu durumdan kurtulmaya engeldir. Alışkanlıklar ise (değiştirilmesi mümkün olmayan) ayrı bir tabii durumdur…”
SONUÇ:
Yazının son kısmını ise “Bundan sonra Haldun’un tavsiyesi ne olurdu?” üzerinden konuşmak ile devam ettirelim. Haldun’un burada devleti kurtarmak gibi bir duruma sahip olacağını, hatta bir tavır takınacağını sanmıyorum. Ekonomik anlamda liberal gibi duran tavırları olsa da çok realist bir yaklaşımı var siyasette. Güç kavramını sıklıkla dile getiriyor ki devleti kuran şeyin bu olduğunu ta kendisi olduğunu söylüyor. Bu noktada da zaten tavsiyeyi soran kişiye ilk soracağı soru da muhtemelen “Sen bu devletin neresindesin?” diye sorardı. İçinde ve de merkezindeki halka da ise alışkanlıkları, lükse bağımlı olmayı bırakmayı tavsiye ederdi. Eğer ki çevrede, periferde ise de kendi asabiyesini inşa etmeye, güçlendirmeye ve artırmaya çalışmasını tavsiye ederdi.
Kendi asabiyesini güçlendirmeye ve devleti kurmaya yönelik okuduğu bu sistemde herkesin bir arada durmasını, işlerin yürümesini, rızanın inşa edilebilmesini ve uzlaşının sağlanabilmesini ve yeniden yeniden bir araya gelmelerini sağlayan şey ise dindir. Bunu 242. Sayfada bulunan Dini Davetin, Devletin Temelindeki Asabiyet Gücüne Güç Katacağı Hakkında başlıklı kısımda izahatını yapmaktadır. Dini meseleler ile ilgili olarak çok uzunca incelemeler yapmış derin derin yazılar da yazmış, dini de kendi bulunduğu ve de incelediği coğrafyasından olarak İslam olarak kabul etmiştir. Peki 21. Yy Türkiye coğrafyasında İbn-i Haldun’un tabiriyle din olan şey nedir?