Yazmış Olmak İçin Yazılmış Bir Yazı
Bu yazı, yazmış olmak için yazılmış bir yazı olacak öncelikle. Neden? çünkü insan olarak, yürüdüğümüz yolda bazen manasız olsa da bazı aksiyonları sürdürürüz ki, o yolda yürüyebilelim. En son yazmış olduğum vakitten bu yana 3 haftalık süre geçmiş ve de okumayı planladığım kitap üzerine ise çok fazla eğilme fırsatı bulamamışım. Bu süreçte epi topu toplasam 20 sayfa ancak okuyabildim. Bu yazıda da onlardan, aldığım notlardan da bahsedeceğim. Bu yazıyı yazmaya kararsız olsam bile, en azından alışkanlığın devam ettirilebilmesi adına, çok da büyük bir şeyler olmayacak olsa bile yazmanın gerektiğine inanıyorm.
Bu okumamış olmanın sebebi, hayatımdaki yeni gelişmeler ile beraberin verdiği tecrübesizlik. Bu gelişmelerin net bir şekilde oturması ve yerlerine yerleştirilmesi biraz zaman alacaktır. İnsan yeni gelişmeler ve tecrübelere farklı tepkiler verebiliyor, kimisi kabuğuna geri çekilmeyi tercih edebiliyor. Bana göre bu kabuğuna çekilmenin sebebi, olabilecek şeylerin kişide oluşturduğu korkudur. Belirsizlik başlı başına korkuya sebep verir ki bu da güvenlikli alana dönmeye ihtiyacımızı ortaya çıkarır. Orada, güvenli alanda kimisi hep var olmaya devam eder, ancak içinde bir yandan da o yeni şeyleri tecrübe etme arzusu da bulunur. Bu ikilemin arasında devam edebilme bir beceridir ve bu beceriyi elde ettiği anda da hem güvenli alanını hem de yeni şeyi tecrübe edilmeyi gerçekleştirir.
Bu süreci, bahsetmiş olduğum kitap -“İnsan Yavrusunun Psikolojik Doğumu”- içerisinde anlatılan, çocuğun anneden koparak etrafı keşfetmeye başlaması ile beraber bir yanda hissettiği ayrılma korkusu, bu korku ile beraber anneye dönüp bakması, onu görmesi ve de ona dokunması ile beraber yeniden keşfetmeye başladığı sürece benzetiyorum. Bu süreçten sonra da anladığım kadarıyla nesne sürekliliği, yani annenin görünmese bile hala var olduğunun bilinmesi- artık onun orada bulunmasına ihtiyaç duyulmaması- başlıyor.
Bizim de yeni şeyleri tecrübe ettiğimiz anda gidip arkadaşlarımız, dostlarımız ya da ailemiz ile bunu paylaşıp, konuşup sonrasında da bunları devam ettirmemiz, çocuklukta anne ile kurmuş olduğumuz bu ihtiyaç ilişkisinin bir benzeri değil midir? Mahler’in tanımına göre kendi kendine yetebilen insan anladığım kadarıyla bu motivasyon ve de enerjiyi diğerlerinden değil kendi içerisinden elde edebilen insandır. Ancak bunun ne kadar sağlıklı, doğru, uygun olduğu konusunda şüphelerim vardır. Kitabın giriş bölümünde de bahsettiği üzere bunun belli bir ethos, yani paradigma veyahut da yaygın bir görüş olarak değerlendirebileceğimiz bir anlatının ortaya koyduğu şey olarak söylenebilir. Bunun belki kendi dönemi için geçerli olduğu, ancak günümüz çağında geçerliliğini yitirdiği, hatta böyle bir yapılanmanın beraberinde yeni sorunlar doğurduğu ve günümüz insanının da bu etkilerle cebelleştiği söylenebilir. Cahilliğime sığınarak bir örnek vermek gerekirse, insanın kendi kendine yetebilmesinin bir norm olarak sunulduğu dünyada insanın tek başınalığı, yalnızlığı ve de kendi sorunları ile kendisinin uğraşması gerektiği anlayışının doğup, bununla birlikte sürekli olarak iyi, sorunsuz, sıkıntısız biri maskesini taşımak zorunda kaldığı düşünülemez mi? Sosyal medyanın yapılan en büyük eleştirilerinden biri de takınılan bu tavrın ta kendisi değil midir? Ancak bütün bunlara rağmen bu paradigmadaki vaadin de çok güzel olduğu, büyük bir albenisi olduğu gerçeğini de yadsıyamıyorum.
Mahler ve diğerleri bu kitapta üzerinde ayrılma-bireyleşme evresi olarak adlandırmanın 4 varsayımını incelemek üzere yazmışlar. Bu varsayımlar:
1)Normal Ayrılma-Bireyleşme Evresi Varsayımı: Bu evre ben ve
nesne ilişkilerinin gelişimi bakımından çok önemli bir evredir. Ayrılma kaygısı, terkedilme sonucu yok olma
korkusuyla eş anlamlı değildir.
2)Ayrı Oluşun Farkındalığına Eşlik Eden Kaygı Varsayımı: Çocuğun aniden kendi başına yer değiştirme kabiliyetinin ortaya çıkması ile beraber bir panik de oluşur. Çocuk “öteki”ni yani anneyi dışsal bir örgütleyici olarak yani kendisine yardımcı olacak bir varlık olarak örgütleyemezse panik büyür ve de anneyi yönlendirecek sinyaller üretemez. Bunun sonucunda da çocuk fiziksel olarak büyürken ruhsal olarak gelişimini yapamaması nedeniyle kırılgan bir hale bürünür.
3)Bir Kimlik Duygusunun Gelişimi Varsayımı Üzerine: Ayrılma-bireyleşme süreci kimlik duygusunun gelişmesi ve oluşması için önkoşuldur. Burada bahsedilen kimlik çocuğun kim olduğunu sorgulaması değil, ben neyim sorgulamasıdır. Burada ayrı bir varlık olduğunun fark edilmesi başlar. Burada bu soru üzerine bir yorum yapmak isterim: “Ben kimim?” sorusu bir özneye; yani simgesel alanda(toplum diyelim) ne olduğuna ve nasıl bir rol olduğuna bir yönelik soruyken, “Ben neyim?” sorusu daha çok kendini tanıma ve farkına varma sorusudur. Çocuğun ayrı olduğunu fark etmesi, kalkıp yürüyebilmesi, oyuncakla oynayabilmesi vesaire gibi kendi becerilerini keşfetmesini sağlayan bir sorudur.
4) Normal Annelik Bakımının Katalizörlük İşlevi Üzerine: Burada çocuğun ayrılma-bireyleşme sürecinin normal bir şekilde atlatmasında annenin tavırlarının süreci kolaylaştıracağı varsayımı bulunmaktadır. Anne, tavırları ile çocuğun gelişimini etkilemektedir.
Son olarak kitabın bıraktığı hissiyattan bahsetmek isterim. Çok detaylı ve de en temelinden itibaren süreci işleyen, birbirini destekleyen, tarihçeye değinen ve de görüşleri aktaran yapısı ile bilgilendirici ve de argümantatif bir havası var. Bu anlamda bu kadar emeği görmek insanın bir yandan gözünü korkutabilirken bir yandan da saygı uyandırıyor. Kitabın arkasındaki emek çok fazla gözüküyor, bu anlamda da kıymetini okuyucu gözünde artırıyor. Hatta bu sebepten dolayı da okuyucunun nesnelliğini etkilenebilir, insan bunları gözü kapalı bir şekilde doğru olarak kabul etmeye eğilimli olabilir. Ancak yazarlar varsayımlarının ne olduğunu açıklamışlar ve bu varsayımlar üzerine bir şeyler inşa ettiklerini de gizlemiyorlar.