İdelojinin Yüce Nesnesi Kapanış Yazısı- Seçimler Hakkında Kitaptan Yola Çıkarak Bir Analiz Denemesi
Bu yazı, bu kitaba dair son yazı olacak, aslında kitap çoktan işlevini tamamlamış, sonuçlanmasını bekliyordu. İnsanın sistem içinde özneleşmesi ve yaşadığı süreci, simgesel alanla(toplumla diyelim) ilişkisinin aşamalarını anlattığı noktadan sonra daha fazla devam etmenin pek de büyük anlamı yoktu. Ancak kitabı neredeyse bitirmiş olmakla birlikte bu yazı ile de noktalayalım.
Her ne kadar seçim süreci ile beraber rotadan sapmış, biraz ara vermiş ve tekrardan yola koyulmakta zorlanmış olsam da yine bu süreçte ilerliyorum kendimce. Aslında hayatımın şu an sanki daha önceden yaşadığım bir evrenin kendisinden tekrardan geçiyorum ki bu sefer sonucunun nasıl olacağı hakkında emin değilim. Bazı olay ve de durumlar tecrübe ettikçe aklıma hayatımın o dönemleri aklıma geliyor ve bazen özdeşlikler kuruyorum. Şimdiki zaman ile o zamandaki ben arasında fark var mıdır, yoksa tekrar tekrar fantaziyi inşa ederek aynı duruma düşecek miyim emin değilim. Önceden konu ile ilgili yazıdan da bahsettiğim gibi özne, gerçek ile yüzleştiği noktada, artık bu durumla beraber bir fantazi inşa eder ve bu fantazinin dayanak noktası olabilecek iki durum vardır, ya ötekinin istediği şekilde kendini konumlandırır ya da kendisinin istediği şekilde konumlandırır. Sanırım daha önceki tecrübemde ötekinin beni nasıl konumlandırdığı üzerine çok kafa yormuş ve endişe etmişim ki, kendimin farkına varamamışım. Bu durumda herhalde daha çok kendi istediğime odaklanmaya çalışıyorum diyebilirim.
Aslında öteki çok kıymetli bir kavram, ötekinin beni nasıl algıladığı, benim hakkımda ne düşündüğü ve bana ne yakıştırdığı, çok önemli olmuş buna çok kıymet verilmiştir. Daha doğrusu bunlara ehemmiyet vermenin çok önemli olduğu vurgusu her zaman verilmiştir. Her zaman bana söylenen Allah utandırmasın lafı da biraz buradan gelir. Bu laf kötü niyetle söylenmemiş olmakla birlikte eğitim hayatım için kullanılmış ve de aklımda her zaman benim başarısız olma ihtimalimin bir utanç sebebi olduğunu düşündürtmüştür. Bunun bu şekilde olması da eğitimimin benim kendim için yapılan bir şey değil, bir başkası için, yani öteki için, yapılan bir aktivite olduğunu göstermiştir. Bu noktada zaten gerek eğitime, gerekse eğitim hayatıma sarılamamış, başarısızlığımı da sahiplenebilecek kapasiteye erişemediğim için gerekli de emek, ilgi veyahut da arzu hiç bir zaman var olmamıştır. Çünkü emek verip de başarısız olma ihtimalinin farkında olan biri olarak, böyle bir utanç riski ile karşılaşmak istememişimdir. Ancak minimum efor ile beraber yeterli olan şeyleri yaparsam utanç hissini yaşamamış olacak ve de bununla beraber idare eder durumda olmanın da bahanesi zaten var olacaktı.
Buradan yola çıkarak aslında özne kavramını açıklayacağımız yazıya da biraz giriş yapalım. Gücü elinde toplamış liderler için iki farklı durum ileri süren Zizek, kral ve otoriter liderin arasındaki fark nedir sorusunu sorar ve cevaplarını aslında meşrulaştırma araçları ve de özdeşleştirme yöntemindeki farkta olduğunu vurgular. Kral meşruluk aracını kendinden sağlayan, tebaasının aslında ona liderlik vasfı atfettiğinin ortaya çıkmayıp gizli olduğu ve kralın egemenliğinin toplumdan ayrı bir noktaya(din, nas, mit, soy vesaire gibi) dayandırdığı bir durumken otoriter lider kendi benliğini askıya alarak veya yok ederek, kendisinin milletin-halkın cisimlenmiş bir hali olarak ortaya sunduğu bir durumdur. Kral özdeşleşmesini toplum-dışı bir varlık ile yaparken, otoriter lider ise özdeşleşmesini toplumun ta kendisi ile yapmaktadır. Buradan da şöyle bir soru ortaya çıkar: Millet, halk veya toplum neden böyle bir otoriter lidere ihtiyaç duyar? Bunun ihtiyacının doğmasının en temel sebebi aslında toplum, millet veya halkın gerçekte var olmaması, böyle bir durumun gerçekleşebilmesini sağlayan şeyin ise lider ile özdeşleşmenin ta kendisi olmasıdır. O liderin veyahut da partinin olmaması durumunda halk birden yok olacak, aslında atomize olmuş ve dağılmış bir noktaya gelecektir. Burada halk veya millet olarak adlandırılan şey bizim bildiğimiz manada değil, tam aksine liderin atfettiği kişiler manasında kullanılır. Örneğin anayasada bir vatandaş tanımı bulunabilir ancak bunun öneminin kalmadığı sadece lider ile özdeşleşmenin vatandaşlık anlamına geldiği bir durumdur. Nazi Almanya’sı da böyle bir durumdur. Herkesin Führer ile özdeşleştiği, hatta söylediği her şeyin kanun haline geldiği ve her şeyin ona endekslenip onun kontrolünde ilerlediği bir durum vardır.
İdeolojinin hayatımızdaki etkisinin önemli işlevlerinden birisi, kavramları tanımlandırmamızı sağlayan bir şey olmasıdır ki, Zizek de burada özgürlük kavramına nüktedan bir hikaye ile değinmiştir. Bir toplum içinde özgür seçim mümkün müdür? sorusundan çıkan bu tartışmada Zizek bu durumun olmadığını söyler. Aslında Zizek, toplum içinde bazı şeyleri özgürce seçmek zorunda olduğumuzu bize aktarır. Günümüz Türkiye demokrasisini düşünelim, elimizde bulunan seçim barajı, adaylık şartları, siyasi partiler kanunu ile beraber belli bir düzen içinde önümüzdeki seçeneklerden birisini seçmek zorunda bırakılıyoruz. Bununla beraber, her ne kadar kanunumuzda uygulanmasa da oy kullanmamanın cezası bulunmakla birlikte, bütün siyasetçiler, aydınlar, gazeteciler, memurlar, STK’lar da bizleri oy kullanmaya çağırır, hatta kimisi oy kullanmayanın memlekette olan şeylere dair bir şeyler söylenemeyeceğini dile getirir. İnşa ettiğimiz bu sistem içerisinde bir kişi gidip özgürce oyunu kullanmalıdır. Şöyle bir örnek verelim seçim günü sandığa giden birisi sandık başına geldikten sonra ben vatandaşlık görevimi yapmak için geldim ama oy vermek istemiyorum derse, sandık kurulunun tutumu veya cevabı ne olacaktır? Muhtemelen içine sindiği gibi oy verebileceğini ve bunun için bir pusula verebileceklerini söylerler. Ancak seçmen de oy kullanmak istememektedir. Burada çelişkili bir durum ortaya çıkmaktadır aslında, kişi özgürce bir şey yapmak için zorlanmaktadır. İşte Zizek’in de verdiği cevap aslında özgürce olan bir şeyin olmadığı her şeyin önceden belirlendiği ve önüne sürüldüğü aslında yapılması istenenin de toplum tarafından belirlendiğini aktarır, sadece seçmenin bunu özgür iradesiyle ikrar yani tekrar etmesi talep edilmektedir. Ancak Zizek burada seçmenin bu toplumsal yapının içinden çıkamayacağını, kendisini toplumsallıktan soyutlamasının psikotik bir durum olduğunu öne sürer. Aslında oy vermenin kendisinin demokratik veyahut da özgür iradenin yansıması değil, içinde bulunduğumuz toplumsal yapının meşruluğunun sağlanması için kullandığımız araçlardan birisidir. Bu ritüelistik bir eylemdir ve de içinde bulunduğumuz sistemin devamlılığını sağlar. Burada büyük bir gizli örgüt, CIA veyahut da bir başka şeyden bahsetmiyorum. Bunu toplum olarak hepimiz yapıyoruz. Özgürlüğümüz, demokratik eylemimiz kısıtlandıkça bunların anlamlarını bu oy verme işleminin kendisine aktarmakta, oy vermeye büyük anlamlar vermekte, seçimler çok büyük manalar ifade etmeye hepimiz için ifade etmeye başlıyor. Bunun da sebebi en başta yatmaktadır. Hiçbirimiz oy konusunda “Yahu istediğini yap, oy senin.” demiyoruz, birbirimizi bir konuda gütmeye veyahut da ikna etmeye çalışıyoruz.
İşte bu ikna için oluşturacağımız ilişkiler ağının da yine iki türü bulunmakta: İmgesel iletişim ve de simgesel iletişim. İmgesel iletişimde taraflar birbirleri ile bütünleşerek eksikliklerini kapatır. Simgesel iletişim ise ayrı ayrı olarak eksikliklerin cisimleşmesinin haliyle olur. İmgesel ilişki örneğini siyasi partilerden inceleyelim. Partiler oylarını artırma hedefinde oldukları için ve de seçimleri kazanmayı amaçladıkları için eksikliklerini siyasetçiler ile kapatmaya çalışırlar, bunun örneğini ana muhalefet partisi CHP’de gördük, CHP burada imgesel özdeşleşme yaparak kurduğu altılı masa ittifakı ile beraber seçim propagandası süreci boyunca onları kendi haznesine katmış ve de partisinde eksik gördüğü şeyi kapatmaya çalışmıştır. Ancak iktidar partisi AKP ise bir simgesel ilişki ile beraber eksik olduğu noktalar için partilerin oluşmasına izin vermiş ve de bu eksiklikler ortaya çıkmıştır. Milli görüşçüler için Yeniden Refah, Kürtler için Hüda-Par, milliyetçiler için MHP , AKP’deki eksiğin cisimlenmiş şekilleridir. Burada AKP bunları içine almaktan ziyade onların kendi başlarına var olmalarına, kendisine bağlı olma şartıyla, izin vermiştir.
Peki buradan yola çıkarak seçmen ile parti arasındaki ilişkinin irdelenmesi konusuna değinelim. Her iki bloğun liderleri de seçmenini en özelinde bir fantazi yaratmaya itmektedir. Yaşadığımız en son seçimlerde ve benim yaptığım konuşmalarda gördüğüm kadarıyla bu partilerin kendi elleriyle yapılmaktadır. İktidar seçmeninin kazanılan şeylerin kaybı korkusu etkili olmuş ve de güven problemi yaşamışken, muhalif seçmen ise ölüm kalım noktasına indirgenmiştir. İktidar seçmeninin analizi ile başlayalım: İktidar seçmeni 21 yıl boyunca kendisi için elde etmiş olduğu şeyler, kazanımlar ile beraber(iktidar seçmeni bu ülkenin artık makbul vatandaşı olmuştur.) bu seçimde karşılaştığı durum şudur: Ekonominin kötü olması, bozuk olması ve de hayatın yaşamının zorluğunun sonuna kadar farkındadır. Burada simgesel düzene(topluma) her ne yaparsak alamadığımız, hayatımızda baş edemediğimiz bir gerçektir, aslında Öteki’deki eksiktir. Yani iktidarın ekonomiyi yönetememiş olması ondaki eksiktir. Burada iktidar seçmeni arzu grafiğindeki bu durumla baş etmek için bir fantazi inşa etmek zorundadır. Peki fantaziyi nasıl inşa etmiştir? Öteki benden ne istiyor, onun istediği gibi olayım şekline fantaziyi inşa etmiş ve de o duruma bürünmüştür. Montaj vidyoları satın almış, kabullenmiş, muhalif partilerin terörle ortak oldukları söylemlerini benimsemiş ve iktidarın sunduğu gelecek öngörüsünü de sahiplenmiştir. Örneğin ben iktidar seçmeni ile görüştüğümde bana geleceğin güzel olacağına dair vaatlerde bulunup, iktidarın sorumluluğunu kendi sırtında yüklenmektedir.
Peki muhalefet seçmeni ne yapmıştır? O da aynı iktidar bloğunun seçmeninin yaptığı gibi Öteki’nin istediği bir noktaya bürünmüş, fantazisini bu şekilde inşa etmiştir. Muhalefet seçmeninin Öteki’sindeki gerçeği ise makbul vatandaş olarak görülmemesi sebebiyle, tam manasıyla ülkenin paydaşlarından biri olarak hissetmemesidir. Makbul vatandaş olarak hissetmemesinin sebebi ise partilerinin maruz kaldığı hain muamelesidir. Bu noktada Öteki’deki eksik, muhalefet partilerinin iktidar seçmeni tarafından meşru olarak görülmemesidir. Burada yine muhalif seçmen Öteki’nin, yani kendi partilerinin, istediği seçmen durumuna bürünmüş ve her durumu benimseyip kabul etmiş, birbirinin zıttına dönen politikalara çok da bir şey diyememiş, kılıf bulmaya çalışmıştır.
Şu an iktidar seçmeni kazanma ile beraber fantazinin devamını yaşamakta, hazzı devam ettirmekte iken, muhalif seçmen fantazinin beklendiği şekilde sonuçlanmamasından kaynaklı öfke, kızgınlık ve kırgınlık yaşamakta. Ancak son olarak şunu söyleyeyim, benim de öğrendiğim şudur ki, bu meseleye yanlış yaklaşmışız.
Dediğim gibi bu süreçte artık bir koruma kalkanını çıkarmış ve de üstüme de bir kendi kalkanımı kendim inşa etme niyetindeyim. Bu kalkan metaforu ne için? Yani içimde bulunduğum sistemden soyutlanma, bu sistemin getirdiği konfordan çıkma. Bu bir yandan benim için korkutucu sistemin içinde bulunmak getirdiği aşinalık ile beraber bir öngörülebilirlik ve güven sağlıyor. Bunun artık bulunmaması kendimi biraz tehlike de hissettirmekte sanki bütün okları üstüme çekecekmişim gibi hissettirmekte. Artık bana öyle geliyor ki Türkiye’de insanın kendi başına, bir mahallenin müridi olmadan yaşaması çok zor, illaki bir yere bağlanması, biat etmesi, kedini vermesi lazım. Benim hedeflediğim ise bunun tam tersi.