TÜRKBÜKÜ’NÜN OTUZ YIL ÖNCEKİ HALİ: SELİMİYE
Selimiye için bu tanımlamayı orada çalışan birisinin ağzından, Selimiye için bu tanımı yaptıklarında duydum. Ancak çalışan coğrafi şartları gereği Selimiye’nin o noktaya geleceğine pek inanmıyor.
Marmaris’ten Bozburun’a giden yolun üstünde bulunan bu köy, otogardan kalkan dolmuşlarla bir, bir buçuk saat arasında yol tutuyor. Ayrıca çok kalabalık ve de uzun süreler dolmuş beklemek zorunda kalabiliyorsunuz. Belki bu aralıklar kış için yeterli olabilir ancak turizm sezonunda halkın ihtiyacına karşılık verdiğini söyleyemeyiz. Dolmuş ile Marmaris-Selimiye arasını gidip gelmiş biri olarak Selimiye’ye gitmeye niyetlenen biri varsa kesinlikle özel araç ile gitmesini tavsiye ederim. Tatilden dönerken dolmuşun dolu olması sebebiyle binemediğim ve bu sebepten dolayı da üç buçuk saat dolmuş beklemek zorunda kaldığım bir durum ile karşılaştım. Bu arada dolmuşa binmek için bazı stratejik noktalar var. Bunları da yerel halk ile iletişim kurduğunuzda öğreniyorsunuz.
Marmaris-Bozburun yolunda sağa dönen bir sapağın ilerisinde bulunan köy hemen başlamakta ve etrafınızda oteller, evler ile çevrili olduğunu görüyorsunuz. Deniz kıyısına vardığınız an karşınızda dikkatinizi çeken en önemli şeyler: tekneler ve dağlar. Selimiye’de ne kadar yol yürürseniz yürüyün, ne kadar sahil boyunca mesafe kat ederseniz edin, etrafınıza baktığınızda her zaman dağlar ile çevrili olduğunuzun farkına varacaksınız. Bu dağlar ile çevrili olmanın da getirdiği his ile bir denizden ziyade göle giriyormuş gibi. Bu sığlığın da etkisi ile çarşaf gibi dümdüz olan su da teknelerin ilgisini çekmekte ve gelmelerine sebep olmakta.
Köyün sahilinin baş kısmından denize baktığınız anda karşınızda küçük bir adacık ve onun üstünde de küçük bir kalecik, arkanıza dönüp tepelere baktığınızda da bir başka kale olduğunu görüyorsunuz. Çok eskilerde korsanların sıklıkla geldiği bir yer olarak anlatılan bu yerde tepedeki kale gözcülük yaparak aşağıdaki kaleye korsanların gelip gelmediğini haber veriyormuş. Şimdilerde yıkık, harabe gibi olan kalelerden adacık üstünde bulunana gitmek, oraya kadar yüzmek istedim. Ancak gerek kondisyonuma, gerek teknelerin gezmelerine güvenemediğim için çok yaklaşsam bile daha fazla gitmeye cesaret edemedim.
Halk plajında suya girmemiş olmakla birlikte otellerin genellikle kendi plajları bulunuyor. Bu plajların hepsi çakıllık ve de su hızlıca derinleşiyor. Su kirli değil, suyun içinde bacağınızı, ayağınızı vesaire net bir şekilde görüyorsunuz ama yeşilimsi bir renge sahip. Belki alg yoğunluğu deniz yapısından dolayı fazladır, bilemiyorum. Deniz anasına ise rastlamadım. Suyun hızlı derinleşmesi çok da büyük bir mesele değil, zaten benim gibi Karadeniz’e alışmış birisi de kendisinin denizden ziyade havuzda olduğunu hissediyor. Su üzerinde de rahatça kalabiliyorsunuz. Denize girerken çakıldan korunma için deniz ayakkabısı faydalı olabilir, ama deniz kestanesi gibi batabilecek şeyler ile karşılaşmadım.
Köyde büyük bir yapılaşma yok, iki kattan yüksek binalar, büyük oteller vesaire ile karşılaşmıyorsunuz, merkez kısmı başta kalırken, gittikçe ileriye doğru büyümüş köy. Giriş yaptıktan sonra bankamatiklerin olduğu ve yolun ayrıldığı yere kadar gittiğinizde camiyi, kokoreççiyi, emlakçıyı ve birkaç oteli görüyorsunuz. O sapak aslında bir burunun üstünde bulunuyor ve köy o sapağın olduğu yerden bir burun şeklinde denize girinti yapıyor. İlerideki deniz kenarında bulunan kafeler, mekanlara gitmek isterseniz, Şok ve Migros’un önünden takip edip Coşkun Market’ten sağa döndüğünüzde çok daha hızlıca çıkabilirsiniz. Ama o burun boyunca bir sürü farklı güzel mekan da bulunuyor, oraları da görmek faydalı olabilir.
Köy çok büyük değil, başından sonuna kadar yürümesi tempoya bağlı olarak yarım saat ile bir saat arasında sürüyor. Yeni yeni büyümeye başlamış, yerliler ile görüştüğümde 2002’de köyün çok küçük olduğu, hiçbir şeyin olmadığı hatta 2012’de bile bir şeyin olmadığını söylüyorlar. Yaşlı bir amcayla yaptığım konuşmada köyde yaklaşık 1500 kişinin yaşadığını ve herkesin geçimini turizmden sağladığını öğreniyorum. Turizm öncesi buğday, arpa ekerler ondan da kendi paylarını ayırır ve böylece geçimlerini sağlarlarmış. Ancak Özal döneminde Marmaris yolunun yapılması ile beraber çehre değişmiş, turizm yaygınlaşmış ve de tarım da artık kalmamış. Amcanın aktardığına göre şu an Selimiye’nin arsaları Marmaris’tekilerden daha pahalıymış.
Yemek, içecel fiyatları ise bana göre çok aşırı gelmedi. Belki de giderken harcamaya meyilli olduğumdandır bu ama erik suyunu 45 TL’ye, limonatayı 40-50 TL aralıklarında, kelle-paça çorbasını 130 TL’ye içebiliyorsunuz. Bunlar benim İstanbul’da bir yerde yaptığım harcamalara çok benzer. Ev yemekleri yapan ve çok da yoğun olan Zeliş’te anne köftesi ile pazıyı 160 TL’ye sizlere servis ediyorlar. İstanbul’da ise etli bezelye yemeğini 150 TL’ye yediğimi biliyorum.
Turizm sezonu nisan-mayıs gibi başlayan Selimiye’de sezon ise Eylül sonları gibi oluyormuş. Yoğunluk ise yaz aylarında daha fazlaymış. Bana sorarsanız bu seneki yaz sıcakları ile beraber tatil mevsimi artık temmuz, ağustos aylarından çıkıp eylül, ekim aylarına vardı. Bu sebepten dolayı da eylülde gitmek temmuz ağustosa nazaran daha mantıklı. 30 derece civarlarında olan hava sıcaklıkları ile beraber dışarıda gezme, vakit harcama süreniz daha fazla olabiliyor, sıcaklığın rahatsız ediciliği ile baş etmek zorunda kalmıyorsunuz.
Özetle, Selimiye gerek sakinliği, gerek yeşilliği hala fark ettirmesi, uçuk kaçık fiyatların olmaması ve de küçük kendi halinde bir yapısı olması sebebiyle benim sevdiğim ve de rahat hissettiğim, kendimi internetten alıkoyabildiğim ve de okumalarıma odaklayabildiğim, yazılarımı, notlarımı alabildiğim ve dinlendiğim bir yer. Ancak ulaşım gerçekten sıkıntı. Sabah 11.30’da ayrıldığım otelden 18:00 gibi Dalaman havalimanına varabildim. Köyün içinde uzun süre dolmuş beklemek ve de dolmuşa binememe endişesini yaşamak, insanı bazen Bill Murray’in Groundhog Day filmindeymiş gibi hissettirebiliyor.