İbn-i Haldun’un Derdi Nedir? Neyi Amaçlamıştır? Ne Söylemiştir? Bir Giriş Yapalım
Bugünkü yazı tekrardan bir kitap inceleme ve değerlendirme serisinin başlangıcı olup burada giriş yapılacak düşünür İbn-i Haldun olacaktır. İbn-i Haldun’un meşhur eserinin okumasını Marmara Belediyeler Birliği Kültür Yayınları’nın iki cilt olarak suduğu seriden gerçekleştireceğim. İbn-i Haldun’un kim olduğu ve de nasıl işler yaptığını her yerde okuyabilecek, değinilebilecek olması gerekçesiyle bu konulara girmeyip onun yerine belki analitik veya çözümleyici olarak anlaşılabilecek şekilde Haldun’un kendisini ve kast ettiğini anlamaya çalışacağımız bir seri olacak. Bu yazıda ise ilk kitabın ilk iki bölümü olan toplumsal hayata dair görüşleri ve bedeviler, ilkel toplumlarda sosyal hayatın ve buradaki hallere dair görüşlerini aktaracağız.
Öncelikli olarak Haldun’un yazdığı giriş bölümüne baktığımızda neden böyle bir kitap yazdığını anlıyoruz. Kendisi tarihin önemli olduğunu ve oradan kaynak alabileceğimizi düşünekle beraber tarihin nasıl olduğuna dair de bir görüş getiriyor: Ona göre tarih sadece anlatılana dayalı olarak yapılmamalı, toplumların şartları, gelenekleri ve örfleri, olayların gerçekleştiği zamanın şartları da dikkate alınarak değerlendirilmeli, benzer olaylar ile kıyas edilmeli, sağduyuyla(common sense) değerlendirilmeli ve aktarılan bilginin doğruluğu ve yanlışlığı tespit edilmelidir(sf 23 ve 46). Diğer tarihçileri gerek sadece aktarılana dayanmaları, gerekse abartalı anlatımlarda bulunmaları veya zamanla toplumlarda gelişen değişimleri gözden kaçırmaları itibariyle de eleştirmektedir(sf23ve 26-27 ve 46-48-49). Peki Haldun, tarihin kendi aktardığı metodolojisi ile neden okunması gerektiğini ise şu şekilde açıklıyor: Devletlerin ve milletlerin hangi temelleri üzerinde kurulduğunu, ortaya çıkışlarının gerekçelerinin ne olduğunu anlayıp bunun sonucunda da kendisi haberlerin doğru ve yanlış olduğunun tespitini gerçekleştirebilir(sf 46). Ayrıca tarihin yapılma gerekçesi de geçmişten farklı bir hale -devletlerin güçlü veya zayıf yönlerinin önem kazanıp, aralarındaki kıyasın ve rekabetin değerlendirilmesi ihtiyacı ortaya çıkmış- artık bahsedilen, dikkat edilen konuların geçmişten farklı bir noktaya evrildiğini sunmaktadır(sf 50). İşte bahsettiğimiz bu noktalar bizlere Haldun’un neden böyle bir kitap yazma ihtiyacında olduğunu aktarmakta, derdinin, meselesinin veya akademik tabirler “araştırma sorusunun” ne olduğunu bizlere sunmaktadır.
Haldun’un toplumlara dair nasıl bir okuma gerçekleştirdiğini anlamak için öncelikle asabiyet kavramını anlamak gerekir. Haldun kitapta görüldüğü kadarıyla birçok farklı manada bu kavramı kullanmış(ilişkiler, nüfuz, güç vs.) gibi anlamlarda kullanmış. Çevirmen de Haldun’un genelde asabiyeti toplumda taraftarı, gücü olmak, güç ve kuvvet sahibi olmak anlamlarına kullandığını söylüyor. Ancak benim yorumlamama ve kavramama göre asabiyet aslında iktidarı sağlayan şey olarak tanımlanabilir. Zaten Haldun bazı bölümlerde asabiyeti yüksek olan iktidarı alır manasında da ifadelerde bulunuyor. Buradaki nüfuz, taraftarlık, güç ve kuvvet sahibi olmak gibi şeyler asabiyetin bileşenleridir. Haldun bunlara bireysel olarak kullanmakla da aslında işlevin hizmet ettiği yer noktasında aynı yere çıktıkları için birbirlerinden farklı görmediğini ortaya koymaktadır. Keza Haldun kitabının bir bölümünde asabiyetin nihai noktasının hükümdarlık olduğunu dile getirmiştir(İkinci Bölüm, 17. Fasıl; sf 205). Keza Haldun’a göre toplulukların asabiyetleri olduğu gibi bireylerin de asabiyetleri bulunmaktadır(2. Bölüm, 22. Fasıl Başlığı topluluğun da asabiyeti olabileceğine dair güzel bir örnektir.).
Giriş bölümünden sonrası aslında Haldun’un tarih ilmi metodolojileri üzerinde incelemeleri yaparak, kritikleri ve tespitleri ortaya koyarak biraz da bence gösteriş yaparak başlamaktadır(Observational bias, data manipulation, mantık ve gözleme ayrı olma gibi noktaları ortaya koymuş)(sf 58-59-60). Ancak 61. Sayfada dini gelen haberlerin nasıl işleneceği konusunda önemli bir ayrım koymuş ve burada dini haberler ve olayların irdelenmesinde ayrıma gitmiş. Dini haberlerde rivayet edenin güvenilirliği üzerinden değerlendirme gerçekleştirilmesini söylerken, diğer(pozitif) olaylar hakkında ise rivayet edenden ziyade sosyal hayatın doğası ile uyumluluğu tespit etmekte daha önemli. Aslında burada Haldun’un hayata dair bakış açısının önemli bir durumu ortaya çıkıyor. Kendisine göre sosyal yaşamın bir doğası var, bu doğadan kaynaklı olarak da yaşadığımız olaylar bununla uymak zorundadır. Kendisi bir nevi bilimsel bir metodolojinin benzerini sunmakta ve gözlemsel olarak da yavaştan bunu inşa etmeye çalışmaktadır. Peki dini haberler konusunda neden böyle bir ayrıma gitmiştir? Burada yine Haldun’u kendi dönemine, şartlarına, koşullarına ve kişiliğine göre değerlendirmek gerekir. Sadece şunu söyleyebilirim ki her bölümün sonunda Allah’a şükranlarını sunmuş birisidir. Ve devam eden sayfalarda ise Haldun yeni bilim keşfettiğini ve ortaya koyduğunu duyurmakta, bunu da açıklamaktadır. Bizlere ise sayfa 65’de İbn-i Haldun aslında görüşlerine temel oluşturacak, belki de aksiyom diyebileceğimiz bir görüşten bahsetmektedir. Ona göre: İlim ve sanayi insana has özellikler olup, hayvandan onu ayıran en önemli özelliği onun düşünebilme kapasitesidir. Keza insanın toplumda bir yöneticiye ihtiyacı vardır. Toplumsal yaşamı birlik ve beraberliğe olan arzusundan dolayı ihtiyaç duyar. Toplumsal hayat iki noktaya ayrılır; şehir dışında hayatı sürdüren bedevilik ve şehir hayatıdır.
İnsanın tek başına yaşayamayacak olduğu varsayımından yola çıkan Haldun bunun gerekçesini ise vahşi hayatta kendini koruyabilme kapasitesine sahip olmamasından, bu uzuvların kendisinde bulunmamasından, bu gerekçelerle de besine erişemeyeceğinden olduğunu ileri sürmektedir. Toplumsal hayatta ise insanların birbirlerini zulmetmelerini engelleyecek, saldırmalarını engelleyecek ve de düzeni sağlayacak bir hükümdarın gerekli olduğunu varsayar. Haldun bu hükümdar ihtiyacının nasıl tesis edildiği noktasında filozoflar olarak addeddiği grupla ters düşmektedir. Filozoflar bu düzenin sağlanması gerektiğini kabul etmişler, bunun da meşruluk kaynağının Allah olduğunu, Allah’ın bir lider gönderdiğini belirtirlerken Haldun ise yöneticinin illaki Allah tarafından gönderilme zorunluluğu olmadığını belirtir. Filozofların bu yöntemle peygamberliği akli olarak açıklamaya çalıştığını belirten Haldun, aslında yanlış yaptıklarını, çünkü peygamberliğin akli değil şer’i(bence iman ile ilgili) bir mesele olduğunu belirtmektedir(sf70-71).
Bu noktadan sonra coğrafyaya geçen İbn-i Haldun, teker teker bilinen yerleri anlatmış ve de herhalde yaklaşık 50 sayfa boyunca bunları yazmıştır. Burada dünyanın belli bir bölgesinin -aslında Akdeniz çevresini kast ediyor- yaşanabilir olduğundan dolayı daha fazla yoğunlukta bir nüfusa sahip olduğunu dile getirmektedir. İklimin gelişmişlik üzerinde etkisine dair yorumlarda da bulunan Haldun burada sıcaklığın etken olduğunu ve sıcaklığa uygunluk sebebiyle Akdeniz çevresinin gelişmiş olduğunu belirtiyor. Keza insanın mizacı noktasında da sıcaklığın etkileri olduğunu söylemiş, sıcaklık arttıkça insanın rahat, neşeli bir mizaca sahip olduğunu, düştükçe ise evhamlı, tedbirli, hüzünlü bir mizaca sahip olduğunu söylemiştir.
Sayfa 125-129 arasında İbn-i Haldun yemek yeme alışkanlıklarının insan üzerindeki etkilerine dair düşüncelerini aktardığı yerde, az yeme ve az çeşit olmasının faydalı olduğunu düşündüğü görülmektedir. Ayrıca tüketilen hayvanın özelliklerin edinildiğine dair de düşüncesi vardır. Bundan sonraki bölümde ise gaybı bilme meselesi üzerinde detaylıca yazı yazan Haldun yaklaşık 30 sayfa boyunca, nefislerin kapasiteleri, algılama çeşitleri vesaire üzerinde teorilerini ortaya sürmüş, rüyaları, vahiy gelme durumları üzerinde değerlendirmeler yapmıştır. Ancak bunlar bir başka yazının konusudur.
3. bölüme geçtiğimiz bu noktada artık bedevilerin, kabilelerin, ilkel hayatların yaşayışlarına değinmeye başlıyoruz ve ilk ortaya sunulan iddia ise kentsel yaşamın kırsal yaşamda biriktirilen artı değerlerin sonucunda ortaya çıktığıdır. Keza ihtiyaçları iki kısma ayıran İbn-i Haldun(zaruri ve tamamlayıcı) bunları birarada her zaman bulunabileceğini düşünmekten ziyade önce zarurinin karşılanıp sonrasında tamamlayıcıların karşılanacağını düşünür. İşte bu yüzden bedeviliği kentsel yaşamdan eski görür, badiyeler[çöl hayatını anlatır]toplumsal hayatın temeli olup şehirlerde bunlardan çıkmaktadır. İnsanlar zenginleştikçe şehirde kalır ve badiyelere gerek olmadıkça da dönmez.(sf 169-170 ve 173-174).
İbn-i Haldun ahlaki konulara da değinmekten çekinmemiş ve bu sınıfsal farklılığın olduğu noktada bedevileri şehirlilerdeki gibi zenginlik, lüks içinde olmamasından dolayı daha ahlaklı görmektedir. Burada şehirlilerin dünyevi meseleleri daha fazla önemsemesi onları daha kötü yapmaktadır ve bozulmayı ortaya çıkarmıştır. Keza bedevilerin şehirlilere göre daha yine aynı sebeplerden dolayı daha cesur olduklarını da düşünmektedir(sf175-178 arası).Yine ilkel şartlarda yaşayanların cesur, yiğit ve de kararlı olmaları, şehirlilerin ise şiddet ve agresiften uzak durmaları, ayrıca bedevilerin aralarındaki bağın güçlü olamaları sebebiyle diğer kavimlere üstünlük kuracağını da düşünür(sf 203-204)
İbn-i Haldun için asabiyetin olmazsa olması nesep, soybağıdır. Asabiyetin birincil şartı olan bu özelliğin gerekçesini ise savunma üzerinden kurmuştur. Şehirlerin halkları kendilerini savunma görevini surlara ve yöneticilere devretmişken, badiyelerde yaşayan bedeviler ise kendilerini kendileri savunmak zorundadır ve bunu ancak içilerinde güçlü bir bağ olduğu noktada sağlayabileceklerdir. Bu bağda ancak nesep üzerinden tesis edilebilir, çünkü Haldun’un mantığına göre insan kendi soyundan olanın yardımına daha iştahlı bir şekilde koşar. Ancak bu bağın kendine has bir özelliği vardır, bunun herkesçe bilinir, açık olmalı ve de içinde şüphe olmamalıdır. Böyle bir bağın ipatlanması gerektiği durumda bağın faydası ortadan kalkmaktadır.
Bu açıklananı biraz yorumlarsak dediğimiz durum peşin kabule benzemektedir. Peşinen, kanıta veya gerekçeye ihtiyaç duymadan kabule tek dayanak noktası bilgiyi aktarandır. Bu biraz da imana veya peygamberlik müessesine benzemektedir. Aynı şekilde herhangi bir kanıta ihtiyaç duymamakta güven ile alakalı bir durum olmakla beraber, o güvenin mesajını vermektedir. Bir başka noktada bakarsak da insan gerekçesizliği ortadan kaldırmak, her şeyi rasyonelleştirmek ve böylece de öngörülebilir hale getirmek, belirsizlikten kurtulmak ister. Ancak bunu gerçekleştiremediği noktada aksiyonlarla her zaman o kabul ettiğinin doğrulamak zorunda kalır. İşte nesebin detaylıca incelenmemesinde de böyle bir etki olabilir.
Nesebin saflığının korunmasının şehirlerden ziyade Sahra’da yaşayan veya onlar gibi bir durumda olanların sağlayabileceğini düşünen Haldun bunun sebebini de oradan yaşayan insanlar dışında kimsenin o bölgelere gitmek istememesi, onların da oradaki hayatı terk etmeye gönüllü olmamasına bağlar. Ancak Haldun nesebin saflığının kalmamasının asabiyeti kaybettireceğini düşünür. (sf 182 ve 187)
Haldun neseplerin karışmasına dair ise şöyle bir argümanda bulunmuştur: Bir kavme bir başka nesepten kişi gelir, oraya yerleşir. Sonrasında kendisinin sonradan geldiğini bilen kişiler ölür, zamanla da bu bilgiler de azalmaya başlar. Sonunda da bu bilgi unutulur gider. Nesebin önemi Haldun’a göre şuna dayanmaktadır, aynı şartları tecrübe edilen, yenilen içilenin bir olduğu, bir nevi kader birliğinin olduğu bir durumdur. Haldun’a göre biyolojik olmasa da bir başkasının kabul etmesiyle yine o kavimde nesep bağı kurulabilir ancak bu hiçbir zaman biyolojik olarak kurulandan güçlü olamaz, hatta ondan geride de kalır. Sonradan katılanın sonradanlığına dair bilgi unutulursa ancak o kişi bağı biyolojik olarak kuranlarla aynı seviyede olur. Kabileler içinde başkanlığın şartı ise galip olmak ve de üstün olmaktır. Aynı nesepten olmayan kişinin kabileye liderlik edemeyeceğini düşünen Haldun, o soybağı ne kadar kabile içinde kalırsa da başkanlık için gerekli asabiyeti de o kadar sağlayacağını düşünmektedir. Keza bazı kabile liderlerinin geçmişteki önemli liderler ile soybağları olduklarına dair iddialara da buna dayanarak cevap vermekte ve reddetmektedir. Asilliğin ise ataların kavimde önemli işler gerçekleştirmeleri ile edinildiği ve asabiyete güçlendirdiğini paylaşan Haldun aynı kavramın şehirde farklı olduğunu, çünkü şehirde asabiyetin olmadığını hayırlı işler yapmak ve de ailenin konumunu güçlendirmek ile alakalı olduğunu söyler. Asaletin ise jenerasyonların gittikçe bu şanı elde etmek için gereken çabaları unutmaları sebebiyle 4 kuşak süreceğini aktarır, ancak bu 4 farazi olup daha fazla veya az da olabilir. Burada önemli olan bilginin zamanla jenerasyonlar boyunca kaybolmasıdır. (sf 187-202)
Peki asabiyetin nihai amacı nedir diye sorduğumuzda ise İbn-i Haldun bizlere bunun sonunun hükümdarlık olduğunu dile getirir. Sırasıyla önce sülale, sonra sülale sonra kabileler arası liderlik ve en sonunda bir devletin liderliği veyahut da devlette asabiyete ihtiyaç duyan bir pozisyonu almak olduğunu dile getirir. Ancak bu noktaya erişmek için kabilelerin önünde bir engelin olduğunu, bu engelin de belli bir güç elde ettikten sonra kazandıkları lüks ve sefahate kaptırmaları olduğunu düşünmektedir. Yine kabile bir başkasının boyunduruğu altında olduğu sürece asabiyetini koruyamayacağını ve bu yüzden de devletleşemeyeceğini düşünen Haldun, vergiyi de yine asabiyeti öldüren bir nokta olarak görür. Bu iki argümanın da arkasında yatan sebep Haldun iradelerine aykırı bir duruma boyun eğmek zorunda olmalarından kaynaklı olduğunu düşünür. (sf 205-210)
Hükümdarın davranış şeklinin hükümdarlığın devamını da etkilediğine de değinmekle beraber mobilitenin ve savaşa yatkınlığın daha geniş sınırlara sahip olmayı sağladığını söyler, bu yüzden göçebelere bu durumu yakıştırır. Haldun hükümdarlığın bir kavim tarafından ele geçirilmesinin diğerlerine boyun eğdirmekle olacağını düşünür. Zaten reislik hükümdarlık arasında yaptığı ayrımda reisliğin sürekli tebasının gönlünü yapmak zorunda olan diye tanımlarken, hükümdarı zor kullanma kapasitesi olan olarak tanımlar(sf 228). İktidardaki kavim asabiyetini devam ettirebiliyorsa ki burada kast edilen güç ve nüfuzdur, hükümdar mevkisini kaybettiğini anda yine kavminden başkasına geçer, nesep içinde korunur. Bunun ancak değişebilmesi için Haldun çok büyük değişiklikler olmasının gerektiğini ifade eder. Ayrıca mağlupların galiplere özendiğini ve bununla beraber mağlup olarak başkalarının boyunduruğu altına girenlerin yok olacağını düşünen Haldun, Arapların özelliklerinden de bahsederek devam etmektedir(sf 217-224). Bu konuları detaylıca işlemeyecek olmakla birlikte hangi özelliklere sahip kavimlerin devlet olup olamayacağına dair Haldun’un görüşlerine dair de ipucu vermektedir. Örneğin bir milletin kabilelerinin kendi kendine yetiyor olabilmeleri, reislerin asabiyeti koruyabilmek için sürekli tebasının gönlünü yapmak orunda olması ve bu durumun itaati engellemesi, düzeni sağlamak ile ilgilenilmemesi, suçların engellenmesinin önemsenmemesi, dinden kopuş ve siyasetin unutulmaması gibi sebepler o milletin devlet yönetme ihtimalini düşüren etmenlerdir(sf 228-229). Ancak Haldun’un 230 ve 231. Sayfalarda bahsettiği yerlere biraz önceden anlattıklarına ters düşmekte gibi durmakta ve buraya girmek gerekir. Çünkü daha önceden kendi kendine yetebilen asabiyeti yüksek olarak tanımladıkları Bedevileri burada şehirlilere muhtaç olarak tanımlamıştır. Burada da yönetimin rıza ve şiddet olmak üzere iki kaynağı olduğunu da eklemiştir.
Bütün bu anlatılan bilgiler ışığında İbn-i Haldun üzerinde birkaç kelam da etmek gerekir. İbn-i Haldun önemli birisidir çünkü getirdiği eleştiri ve yaklaşım açısıyla kıymetlidir. Kendisi bilimsel bir yöntem de ortaya koymuştur. Genellikle argümanlarını tarihlerini bildiği devletler üzerinden ispatlamaya çalışmıştır. Ancak unutulmamalıdır ki İbn-i Haldun’un tespitleri ve düşünceleri kendi paradigması üzerinden yazılmıştır. Bu günümüz için tutarlı, mantıklı ve de sağduyulu bir yaklaşım koymayabilir. Ancak kişinin koymuş olduğu metodolojik yaklaşımı da gözden kaçırmamak gerekir. İçinde kimi zaman Macchiavelli’yi, kimi zaman ise Zizek’ten öğrendiğimiz kadarıyla Hegel’i görebildiğiniz birisidir.