Ahde Vefa İlkesi/Pacta Sund Servanda
Uluslararası Hukuk derslerine başladığımızda, uluslararası hukuğun en temel ilkelerin ilkelerinden birisi olarak ahde vefa ilkesinin olduğunu öğrenmiştik. Ahde vefa dediğimiz şey, verilen söze sadık kalınılması ve o sözün yerine getirilmesini ifade etmektedir. Bu ilkenin doğuşu ve ne olduğu ve sözleşmeler açısından temel bir noktada üzerine görüşler üzerine bir çok yazı bulunup incelenebilir.
Ancak benim değinmek istediğim ise devletler nezdinde değil bireyler nezdinde bu ilkenin önemi üzerinedir. Aslında benim gözümde bir kişiyi, yetişkin, ehliyet sahibi yapan en temel şey böyle bir ilkeye sahip olup olmamasıdır, yani verilen söze sadık kalınıp kalınmadığıdır. Bu söz sadece vaad edildiği için gerçekleştirilmeye çalışılmalıdır, talep edilmeye, istemeye ve motive olmaya bağlı değildir. Hatta bu bir vatandaş ile tebaa arasındaki temel farklardan birine bu oluşturmaktadır. Çünkü, üyesi olduğu devletin bir öznesi iken tebaa ise üyesi olduğu devletin bir nesnesidir.
Bu ilkeyi gerçekleştirebilmek için de bazı niteliklere de sahip olmak gerekir. Bunlardan birincisi eldeki imkan ve engelleri doğru hesaplayabilmektir. Eğer ki bu imkanlar ve engeller doğru hesaplanamazsa, hesap hatasından kaynaklı olarak yerine getirilemeyecek bir söz verilebilir ve bunun sonucunda verilen söz yerine getirilmeyebilir. İkincisi niyettir, verilen sözün gerçekleştirilmesine dair niyetin olmaması ise yine ilkenin gerçekleşmemesine sebep olur. Üçüncüsü ise sözün yerine getirilmemesi halinde ödenecek borcu karşılayabilme kapasitesine sahip olmaktır. Bunlar sadece benim aklıma hızlıca gelen nitelikler iken daha da fazla gereklilikler konuyla ilgili olarak sayılabilir.
Ahde vefanın yerine getirdiğine kanaat getirdiğimiz bir kişi ile karşılaştığımız zaman ise hem sözünü yerine getirdiğinden kaynaklı olarak bizim için güvenli bir liman olmuş olur, hem de yukarıdaki niteliklerden yola çıkarak da ölçme, biçme ve değerlendirme kabiliyetlerine sahip olduğu fikrine sahip oluruz. Bu yüzden de aslında belli sorumlulukları, işleri ve ödevleri emanet edebileceğimizi düşündüğümüz bir insan profili ile karşılaşmış oluruz. İşte vatandaş olma durumu da burada ortaya çıkmaktadır.
Vatandaş dediğimiz kişi, devletin bir parçası olarak devlet içinde düzenleyici ve belirli görevleri olan, belirli işleri gerçekleştirmekle sorumlu kılınmış kişidir. Tebaa ise devletin ihtiyaçlarını karşılayabilmek adına başvurduğu ve bu ihtiyaçları karşılaması için ilişki tesis edip, verilen görevlerini yerine getirmesini beklediği kişidir. Tebaadan devletin işleyişi ve yürütülmesi konusunda bir beklenti bulunmamaktadır. Yani vatandaş devletin nasıl, ne şekilde ve nereye doğru ilerleyeceği hakkında düzenlemelerin gerçekleştirilmesi noktasında sorumlulukları olup bu sorumlulukları yerine getirmesi beklenen kişi iken; tebaa ise devletin ihtiyaç duyduğu başvurduğu ve sadece ihtiyacını karşılaması için müracaat ettiği kişidir. Devletin kendisine yönelik ise bir beklentisi bulunmamaktadır.
Peki bu noktada neyin vatandaş ve neyin tebaa olup olmadığı noktasında kararda devlet gözünden bir inceleme gerçekleştirirsek; vatandaş olanın yüklendiği sorumluluklar noktasında ahde vefayı gerçekleştirebilmesi en temel istenen şey olacaktır. Ancak tebaa için ise bir böyle bir gereklilik, devleti düzenleme yetkisi olmadığı için, bulunmamaktadır. Onun istenilen şeyi sağlayabilmesi yeterlidir.
Burada sadece devlet ve birey arasında incelediğimiz durumu ise iki devlet, iki birey, iki örgüt veya iki toplum arasında irdeleyebilir, uygulayabilirsiniz. Aslında dayanışmayı inşa eden temel şey budur.