Objet petit a, Meta Fetişizmi Kavramları ve İdeolojinin Yüce Nesnesi’nin İlk Bölümü Hakkında Naçizane Bir Yazı

İlk kavramdan özellikle bahsetmek istedim çünkü yakın bir zaman önce bu kavramın anlattığına çok benzer bir his yaşadım. Bu kavramda biraz bu hissi anlamlandırmama yardımcı oldu.

Arzu, arzu nesnesi kavramı, Lacan’ın da objet petit A şeklinde ifade ettiği kavramı biraz sağdan soldan dinleyerek, biraz da bahsettiğim Zizek’in kitabındaki sözlükten öğrendiğim kadarıyla amiyane bir tanım aklıma geliyor: Edildiği anda etkisi puf diye ortadan kaybolan şey. Sözlükteki tanımı ile başlayayım “…gerçek bir nesne değildir, bir fantezi nesnesidir. Gerçek’in bir türlü açıklanamayan, anlamlandırılamayan bu ‘fazla’sı ile başa çıkabilmek için, daha bir ‘ben’ olarak ilk oluştuğu yıllardan başlayarak bir fantezi nesnesi yaratır. Bu nesne, arzu nesnesi aslında ‘yok’tur, öznenin ne olduğunu bilmediği, sadece göz ucuyla görebildiği ilksel eksik’inin fantazmatik özelliğini, gerçekten varolmadığını bilir… Tam da bu nedenle bilinçsiz olarak objet petit a’ya ulaşmaktan, tatminden kaçınır; yolu uzatır, çıkmaza sokar. Aramaktan vazgeçemez, ama asla bulmak istemez.”

Lacan’ın bahsettiği gerçek ise her ne olursa olsun var olmaya devam edecek, her zaman geri gelecek, müdahale edilemeyen katı bir durumdur. Simgesel alanın gerçeği kendi alanına çekmesi çabasında başarısız olduğu yerlerdir. Bunun tanımlaması genellikle olumsuz şeyler üzerinden yapılmış: salgın hastalık, doğal afet, ölüm gibi. Gerçeklik(simgesel sistem) ise gerçekten kaynaklı eksikliğin karşılanması için birbirimize yaptığımız aktarımlarımız ile ortaya çıkan şeydir. Dildir, kültürdür, gramerdir. 

Objet petit a ise bizlerin gerçek ile mücadelemizde, gerçeğin bizde eksik olarak bıraktığını düşündüğümüz şeyi tamamlama arzumuzdur, yakıtımızdır. O eksikliği tamamlamak için plan yapar, hayal kurar, program oluşturur ve hedefler koyarız. Ancak hem arzumuzu kaybedeceğimiz, hem de o tasarlananlara ulaşmanın aslında o eksiği tamamlamayacağını bildiğimiz için bir yandan da onları gerçekleştirmek istemeyiz. Bunu bir insanın başka bir insana aşık olmasından ziyade aşk kavramına aşık olması şeklinde örneklendirebiliriz gibi geliyor bana.

Bu kavramları Zizek fetişizm ile iliştirmiş gibi gözüküyor. Fetişizm Marx tarafından, Zizek’in aktardığına göre, şeylerin yanlış tanınması şeklinde açıklanıyor. Bunu bir şeyin doğasında bulunmayan özelliklerin diğeri tarafından ona atfedilmesi olarak açıklayabiliriz. Meta fetişizmi ise metanın yanlış tanınması ile bağdaştırılan bir şey. Marx meta fetişizminin Fransız İhtilali ile beraber ortaya çıktığını söylemiş. Marx’a göre fetişizm, yanlış tanıma, ihtilalden önce insanlar arasındaydı, tebaa-kral arasında bulunuyordu. Kral, kral olma hakkının kendinden geldiğini düşünürken tebaa da aynı fikirdeydi. Halbuki karşılıklı bir bağımlılığın olduğu bu ilişki böyle bir yanlış tanıma olduğu için fetişist bir ilişkidir. Ancak ihtilalin gerçekleşmesi ile beraber insanlar arasındaki bu fetişist ilişki kalkmış ve insanın kendisine ne kadar fayda sağladığı üzerinden konumlandırıldığı bir sistem oluşmuştur. Bunun sonucunda fetişist ilişkiler metalara kaymış ve yanlış tanımaya sebep vermiştir. Marx’a göre fetişist ilişki insanların arasında var ise metalarda bulunmaz, metalar arasında var ise insanlar arasında bulunmaz. Marksizme göre ise fetiş toplumsal ilişkiler ağını gizler. Yani ağ sembolikleşir. Ancak Zizek fetişin işlevinin kendi aktardığına göre Freudçu tabirdeki gibi olduğunu söylüyor: simgesel ağın etrafında oluşturulduğu eksiği (“kastrasyonu”/hadım edilmeyi) gizler.

Burada ideoloji hakkında 2 kavram öne süren Zizek’in kavramlarından biri “yanlış ebedileştirme ve/veya evranselleştirme”dir. Marksist bakış açısına göre kusursuz olan bu işlem, bir konjoktürde var olan şeyin evrensel ve tüm zamanlarda var olduğu görüşünü inşa etmeyi sağlar. Diğer kavram ise “aşırı hızlı tarihselleştirme”dir ki bu işlem de hakim ideolojisinin eleştirisini sağlamaya, bu evrenselleşmiş/ebedileşmiş görüşün çürütülmesi, o görüşün simgesel ağına girmekten kaçışın çabası olarak ortaya koyar. Tarihselleştirmede yapılan işlem ise yanlış ebedileştirme işlemini geçmiş için kabul edip gelecek için kabul etmemektir. Bunları 65. sayfada açıklamakta kendisi.

Marksizm’in kapitalist sistemin sonuna dair öngörüsü, sistemin artık kendine yetemeyecek hale gelip, tıkanması ve bunun sonucunda da devrime yol açacağı şeklindedir. Kapitalist sistem kurduğu üretim ilişkisiyle beraber gelişecek, büyüyecek ancak bir noktadan sonra kendine yetemeyecek ve yeni bir şey ortaya çıkacaktır. Kapitalizm toplumun ihtiyacına başta cevap veren bir şeyken sonradan ihtiyaçlara artık cevap veremeyecek hale gelecektir.

Zizek ise kapitalizmi farklı olarak yorumluyor; ihtiyaca cevap verememenin sürekli olarak bir şeylerin eksik kalmasının ve toplumun gelişme sürecindeki mükemmel uyumun hiçbir zaman olmadığını, işte bu hiçbir zaman olmamasının sürekli olarak kapitalizmin sınırlarını geliştirmesine, kendini yeniden tanımlamasına sebep olmaktadır. Bu sayede de kapitalizm sürekli olarak varlığını bir gün nihayete erişeceği, tamamlanacağı arzusunu oluşturmakta, bu arzu sayesinde de varlığını devam ettirmektedir. Bu yorumu 68. sayfadaki şu paragrafta görebiliyoruz: “Artı-keyifi tanımlayan şey de bu paradokstur: Kendini ‘normal’ temel bir keyfe iliştiren bir artı değildir bu, çünkü keyfin kendisi ancak bu artıda ortaya çıkar, çünkü bu kurucu nitelikteki bir ‘fazladır.’ Eğer artıyı çıkarırsak keyfin kendisini yitiririz; tıpkı ancak kendi maddi koşullarını sürekli olarak devrimcileştirerek hayatta kalabilen kapitalizmin, ‘aynı kalırsa’, bir iç dengeye kavuşursa yok olacağı gibi. Demek ki artı-değer -kapitalist üretim sürecini harekete geçiren ‘sebep’- ile arzunun nesnesi-nedeni olan artı-keyif arasındaki benzeşiklik budur. Sermaye hareketinin paradoksal topolojisi, kendini çılgınca faaliyet sayesinde çözen ve yeniden üreten temel tıkanma, tam da temeldeki bir iktidarsızlığın büründüğü biçim olarak aşırı güç- bu dolaysız geçiş, sınırla aşırılığın, eksikle fazlanın bu çakışması- tam da Lacancı objet petit a’nın, temel, kurucu eksikliği cisimleştiren fazlanın topolojisi değil midir?” İdeolojinin Yüce Nesnesi isimli kitabında Zizek’in ilk bölümünde aktardıklarından şöyle bir resim çıkıyor sanıyorum: İnsan içinde bulunduğu düzen içinde ideoloji simgesel sistemi inşa eden bir şeydir. İdeoloji, “yanlış ebedileştirme/evrenselleştirme” yoluyla sürekli olarak kendini Gerçek’e o katı çekirdeğe, her zaman var olan duruma götürmeye çalışırken, ideoloji eleştirisi ise bu ebedileştirmeyi tarihselleştirerek gerçekleştirmektedir. Bu çabanın da en temel sebebi bu ideolojik düzende uğrayacağı “kastrasyon”dan kaçınma arzusu. Ancak ideolojinin ne olduğundan ziyade, ideolojinin kendisi ise bir “Gerçek”tir ve var olacaktır ve bundan kaçınılamaz. Çünkü bu simgesel düzlemi inşa etmeye yarayan ve aslında organize toplumsal hayatı inşa eden bir olgudur. İnsanların ideolojinin peşinden gitmesini ve ideolojinin varlığının devamını sağlayan şey, ideolojinin doğasından kaynaklanan eksiğin tamamlanacağı vaadidir. Bu vaat ile arzu inşa etmekte ve bu arzu o çarkın dönmesini ve devam etmesini sağlamaktadır. Ancak ideoloji bir yandan da o tamamlanmaya erişmek istememektedir.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir