Slavoj Zizek, İdeolojinin Yüce Nesnesi İsimli Kitabına Bir Giriş
Yazıya filozof Slavoj Zizek ile başlamak uygun olacaktır sanıyorum. Muhtemelen çağdaş siyasi düşünceler dersini aldığımda hocamız bundan bahsetmiştir. Ancak o dönemin yarısından itibaren derse gitmeyi bıraktığım için fikirlerinin, önermesinin ne olduğunu bilmiyorum. ancak Zizek ile hazırlamış olduğu iki belgesel: “The Pervert’s Guide to Ideology” ve “The Pervert’s Guide to Cinema“, aracılığıyla bir bilgi sahibi olmuştum. Zizek ile tanışmamın nasıl olduğunu hatırlamamakla birlikte, benim ilgimi çeken noktası bana karizmatik gelmesiydi. Üniversite dönemimdeki “ideolojik” rehberim ise kendisi değil, anarşist bir düşünür olan Max Stirner idi. Ona da bir gün kısmetse değiniriz.
Zizek’in konuşmalarını dinledikçe hissettiğim şey özgürleştirici olduğudur. Bu çok önemli bir şey ki bazen mantıklı, tutarlı, hatta doğru olmasından daha da önemlidir. Tabu olan konulara her zaman basabilmesi, eleştiri ile yaklaşabilmesi benim kendisine ilgimi arttıran en önemli sebeplerden birisidir. Ayrıca dinledikçe kendimi hak verir halde bulduğum zamanlar da olmuştur. Ancak bu hak verme eylemi insanın cahilliğinden de kaynaklı olabilir tabi ki.
Zizek’in bu tavrı ve kendisini karizmatik olarak bulan biri olarak felsefesine giriş yapmak amacıyla İdeolojinin Yüce Nesnesi isimli kitabını okumaya başladım bir süre önce. Ancak bu kitaba ara verip Arendt’in Kötülüğün Sıradanlığı isimli kitabını önce okumanın daha mantıklı olduğunu düşündüm. Bu arada Arendt’in kitabında da son söz hariç geri kalan kısımları bitirmiş bulunmaktayım. Sırası gelmişken de ondan da bahsedeyim.
Bir önceki yazıda da bahsettiğim konu dışında Eichmann özelinde çok fazla done bulunmuyor ancak bazı kıymetli şeyler de var. Buradan Eichmann’ın kişilik karakteri üzerinde bir kanıda bulunulabilir ancak o beni aşan bir durum, hem de bunları belirlemenin bir kitaptan okuyarak yapılabileceğine inanmıyorum. Bu kitabın benim açımdan neden kıymetli olduğu ve ilgimi çektiğini açıklamak isterim. Aslında bir zorbalık, faşist bir düzenin içinde bulunan memurun nasıl bir durumda olduğuna dair bir vaka örneği olması sebebiyle önemli bir kitap olduğu yadsınamaz. Herkes bu kitaptan belli dersler alabilir. Fakat Eichmann ise içinde bulunduğu sistem, koşul veya şartlardan, o durum ortadan kalkana kadar şikayetçi değil gibi gözüküyor.
İşte Arendt’in kitabından sonra Zizek’in kitabını okumayı gerek görmemdeki sebep burada yatıyor sanırım. Çünkü Zizek bu kitabında bizi huzursuz eden koşul veya şartlarla nasıl mücadele edebileceğimize dair bir önerme ortaya koyuyor. Kitabın giriş bölümünde de bahsettiği üzere bu rahatsız olduğumuz şeyleri direk ortadan kaldırmaya yönelik aksiyonlardan ziyade varlığının önce kabul edilip, çözüm için çalışmanın gerekliliği, huzursuz eden şeyi yok etmek hedefinin sonucunun zorba, baskıcı bir halle sonuçlanacağını ifade ediyor. Örneğin ekoloji konusundaki yorumda artık eskisi gibi olmayacak iklim, bunu kabul etmeli ve çözüm için çalışmalıyız diyor.
Burada bir başka düşünür olan Laclau(kendisi hakkında bir bilgi sahibi değilim.)nun yazdığı ön sözde bahsettiği, isim-nesne ilişkisi ise çok kıymetli, henüz Zizek’in o kısmı izah ettiği yere kitapta gelmedim. Bu ilişkinin başta nesnenin özelliklerine göre isimlendirildiği, sonrasında o ismi veren özelliğin kaybolmasına rağmen hala daha aynı isimle devam ettiği ve sebebinin ise “bir artının varlığı” olduğu ifade ediliyor, ben bu “artıyı” işlevselliği olarak yorumluyorum. Bunu bir örnek ile açıklamaya çalışalım: Eskiden buzdolapları, buz kalıpları ile dolu olan dolaplarmış, tahminimde buzdolaplarına isim verilirken bu özelliği dikkate alınmıştır. Ancak günümüzdeki buzdolaplarının artık bununla uzaktan yakından alakası yokken hala daha buzdolabı dememizin sebebi, hala aynı işi, yiyecekleri soğuk tutma işini yapmasıdır. Bu formülü adalet, sevgi vesaire gibi metafizik kavramlara da uyarlayabiliriz. Adalet yeni bir kavram değil, ilk ne zaman bahsedildi böyle bir konseptten bilmiyorum, belki hiç kimse bilmiyor ancak adil olan şeyin ne olduğu, adaletin nasıl sağlandığının her zaman değişiklik gösterdiğini biliyoruz. Ancak halen daha, tamamen değişen durumlarda bile, adalet kavramını kullanmaya devam ederiz ve bunun sebebi adaletin ne olduğu değişse bile bizim hissettiğimiz duygu/hissiyatın aynı olmasıdır. Böyle nesne ile isim arasında böyle bir ilişkinin var olması ise hegemonyanın nasıl inşa edildiğini açıklayabileceğinden de Laclau bahsediyor.
Bahsetmek istediğim bir başka konu da, Freud’un rüyaların araştırılmasına dair önerisine referans vererek bizim toplumsal ilişkilerde ortaya çıkan fenomenlerin neden çıktığını araştırmamızdan ziyade niye belirli bir durum sonucunda belirli bir fenomenin ortaya çıktığını araştırmamız gerektiğini söylemesi. Bunun için de bir örnek verelim, örneğin rüyada ev gördük ve bu evi görmemizin sebebinin o gün yaşadığımız bir olay sonucunda olduğunu biliyoruz. Freud burada o olayın sonucunda rüyada ev gördüğümüzü bulmanın yeterli olmadığını, bizim niye o olay sonucunda rüyamızda ev gördüğümüzü, niye bir başka şey görmediğimizi araştırmamızın gerektiğini söylüyormuş. Bu aynı sorunun Marksizm’de de geçerli olduğunu, emeğimizin karşılığını ücretle ölçtüğümüzü ancak neden ücretle ölçtüğümüz sorusunun cevaplanması gerektiği ifade ediliyor.(burada diğer düşünürlere referans veriyor olabilir emin değilim tam.)
Kitapta okuduğum diğer konular da var: meta fetişizmi, ideolojik fantazi vs. gibi. Ancak hem yazının kısa olmasını istediğim hem de biraz ezbere yazdığım için yazdıklarımda yanlışlık olmasından endişe etmem sebebiyle pek de uzatmak istemiyorum.
Son olarak kitabı okurken çok zorlandığımı, çok sıklıkla tekrar tekrar okuduğumu, üzerine uzun süreler düşündüğümü, anlamak için çok çaba harcadığımı hatırlıyorum. Ama kitap anlaşıldıktan sonra ben de uyandırdığı hissiyat “Heh işte, aynen çok mantıklı dedikleri” şeklinde oldu. Benim bu tepkiyi verme sebebim ise Zizek’e duyduğum imrenme midir yoksa gerçekten çok mantıklı olduğunu düşündüğümden midir? Açıkçası emin değilim.
Talha