Deprem ve 2 hafta
Depremden bu yana 2 hafta geçti ve hala daha yaralarımızı sarmakla bir çoğumuz meşgulüz. Bu iki hafta da birçok hisleri, hüznü, moral bozukluğu, çaresizlik ve yetersizlik hislerini yaşadım. Acıyla baş etmek süre istiyor. İnsan rutininden ve alışkanlıklarından kopup, bir manasızlığa doğru sürüklenebiliyor.
Benim de ilk baştaki birkaç günüm böyle geçti, manasız, huzursuz, çaresiz, yetersiz, suçlu hissettim. Hepimiz kendimizce mücadele ediyoruz bu duygularla, geliştirdiğimiz baş etme yöntemleri var. Benim de, herhalde 3. Günden, itibaren başlayan yetersizlik hissimle beraber yemeklerimin porsiyonları artmaya başladı. İnsan yetersizlik duygusuyla karşılaştığında değişik tepkiler verebiliyor. Geçen hafta pazartesi günü ile beraber bu duygu ile yüzleşebilmeye, toparlanabilmeye çalıştım. Burada bazı arkadaşlarımın da desteklerini göz ardı edemem.
Hepimiz yetersizlik veya çaresizlik duygusuyla çeşitli şekillerde baş etmeye çalışıyoruz. Kimisi kendisinden çok daha fazla şey vermeye çalışıyor, kimisi ise bunu etrafına gostermemeye çalışıyor, kimisi ise bu hisle yüzleşmek istemiyor. Yetersizlik hissinin beraberinde getirdiği başka düşünceler de var. Depremin ilk 1 haftası etrafı izledikçe yapabildiklerimin ne kadar az olduğunu hissettim ve birçok kişiye gıpta ettim. Bu cumartesi günü ise beni rahatsız eden bir şey ile karşılaştım. Önemsediğim bir insanın yaptığı bir şey beni rahatsız etti. Aslında beklemediğim ve yakıştıramadığım bir durum olduğu için içimde kızgınlık da doğurdu. Ancak dediğim gibi herkes kendi içinde bu afetle kendi yöntemince baş ediyor. Onun da kendince vardır bir sebebi.
Deprem alışkanlıklarımızı, rutinlerimizi ve planlarımızı sekteye uğrattı ve bunun olmasının anormal olduğunu söyleyemeyiz. Benim de rutinimde ve planlarımda bozulmalar oldu. Aklıma direk Bourdieu ismindeki düşünür geldi ve onu okumak için büyük bir istek duydum. Onun gatekeeper kavramı şu an içinde bulunduğumuz ve sonrasında yaşayacağımız şeyi açıklanmasında çok faydalı olacak gibime geldi. Ancak bir yandan da önceden gelen planları da bitirmek lazım. Arendt’in kitabını hala bitiremedim. 2 hafta sonra dün tekrar biraz okuyabildim. Rutini devam ettirmenin önemli olduğunun ifade edildiği bu dönemde tekrardan eski alışkanlıklarımı kazanmaya çalışıyorum.
Bu tarz kitaplar sürekli akılda sorular oluşturan, cevaplarını aradığınız ve bazen cevabı bulabildiğiniz şeklinde ilerliyor. Bu yüzden de diğer kaynaklara da bakmak faydalı. Ben de kaçırmış olduğum bir şey var mı diye internette arama yaptığımda, Kaygı dergisinde Kemal Bakır hocanın yayınladığı “Hannah Arendt’te Kötülük Problemi” isimli makalesi ile karşılaştım ve göz gezdirdim. Makalede de Eichmann’ın terfi atlama gibi isteklerinin peşinden gidiyor olmasının normal insani güdüler olduğu ve bu güdülerin peşinden düşüncesizce koşmasından dolayı Eichmann’ın suçunun düşüncesizlik olarak tanımlandığından bahsediliyor(sf. 109).
Biraz bunu Arendt’in nasıl yaptığından bahsedelim. Arendt burada karşılaştırmalı bir yol izlemiş. Nasıl yani? Diğer ülkelerden, Nazi Almanya’sı görevlilerinden örnekler vermiş. Örneğin Danimarka Nazi Almanya’sından gelen Yahudilere dair emre karşı durmuş, Fransa yokuşa sürmüş, İsveç bir noktada Nazi askerlerinin sınırı geçebileceğine dair anlaşmayı kaldırmış, hatta Himmler de savaşın kaybedileceğini anlamaya başladığında “nihai çözümü” kaldırmaya çalışmış. Bunlar yazarken aklıma gelenler. Buradaki örnektekilerin hepsi önüne çıkan duruma karşı olarak bir değerlendirme yapıp karar veren insanlar. Eichmann ise hayatının her anında emir bekleyen bir insan. Bu örnekleri ise muhakeme edenlerin durum karşısında bir aksiyon aldıklarını, Eichmann’ın kayıtsızlığının ise aksiyon alamamaya yol açtığını ortaya koyma amacıyla verdiğini düşünüyorum. Böylece argümanını savunmuş. Burada henüz kitabın yaklaşık 3’te 2’sini okumuş ve makaleden yararlanmış birisi olarak Arendt’in kastettiği şey, sanıyorum ki, her ne kadar insanlar kötülüğe başlamış bile olsalar, durumu muhakeme ettikleri zaman bunun farkına varıp durdurabiliyorlar şeklinde. Çünkü o olay ile insanın arasında muhakemeden kaynaklı bir farkındalık oluyor ve insan olayı tecrübe edebiliyor, bu yüzden de sürece yabancılaşmamaya sebep oluyor ve değerlendirmeyi yapıp rotayı değiştirebiliyor.
Kitapta da bunun örneklerini görmek mümkün(kariyerini anlattığı bölüm ve hırsı). Eichmann bu güdüleri kovalamanin kendince kurbanı da olmuş gibi. Ancak burada fark ettiğim şey şu, bu kitapta insanın nasıl kötülük yapabilir hale geldiğinden ziyade nasıl yaptığı kötülüklere karşı kayıtsız kalabildiği ve kayıtsızlığın sonucunun ne olduğu sorusunun cevaplanmaya çalışıldığıymış. Bu nüans kıymetlidir. Bu açıdan kitabı tekrar düşününce kitap daha bir sağlam zemine oturmuş hissettirdi. Anlatılan şeylerin neden anlatıldığı daha anlamlı hale gelmeye başladı. Tabi kitabı henüz bitirmemiş birisiyim, burada bu kadar erkenden hükme varmak da yanlış olabilir.
Umuyorum bu travmadan etkilene herkes/hepimiz bu durumu atlatır, daha iyi zamanlara, huzurlu günlere ulaşabilir/iz. Görüşmek üzere…