Kötülüğün Sıradanlığı Adolf Eichmann Kudüs’te: Hannah Arendt-1. Part
Hannah Arendt ilk olarak lisans eğitimindeyken seçmeli olarak aldığım çağdaş siyasi düşünceler dersinde tanıştığım bir düşünürdü. O dersten Arendt ile ilgili aklımda kalan şey insanlık durumunu emek, iş ve siyasetten oluştuğu şeklinde tanımlamasıydı. Arendt üzerine yaptığım araştırmada Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te isimli kitabı olduğu ve bu kitaptan da normal insanın kötülük yapma noktasına gelebileceğini açıkladığını öğrenmiştim. Konu olarak ilgimi bu çeken kitabı uzun zamandır aklımda olsa bile okuyamamıştım. Kısa bir süre önce ise bu kitaba başlamak kısmet oldu.
Metis yayınlarından çıkmış olan Arendt’in kitabının arka kapağında düşünme ve muhakeme kapasitesinin yitirilmesinin kötülüğe sıradan bir
hale getirebileceği öne sürülüyor. İlk aklıma gelen soru bir insanın neden kötülük yaptığıydı ve bununla ilgili cevapları düşündüğümde elindekileri kaybetme korkusu veya kötü eylemi direten şeye karşı koyabilme kapasitesinin eksikliğiydi. Arendt ise şimdiye kadar okuduğum kadarıyla- bu soruya- rejimin insanları muhtaç bıraktığı hayatta kalma mekanizmaları ve bunların sonucunda da insanların akli kapasitelerini yitirip, kötülük yapabilir hale gelmeleri şeklinde, daha somut, bir cevap vermiş gibi gözüküyor.
Bu kitap her ne kadar toplumsal bir bazda ilerliyor ve o eksende ilerliyorsa da bireysel anlamda da insanın kendisi için bulabileceği manalara ve anlamlara sahip. Örneğin bir başkasının direktiflerine muhtaç hale gelmek çok dikkatimi çekti. Eichmann isimli kişinin hayatındaki emir taşıyıcı olma ihtiyacı düşündürücü ve sorgulanmayı gerektiriyor gibi duruyor. Bunun kendisinin hayatı için önemli olması altı çizilmesi gereken bir nokta. Emre ihtiyaç duymanın neden ortaya çıktığı da irdelenmesi gereken konulardan biri ki belki ilerleyen bölümlerde açıklanmıştır.
Kitabın şimdiye kadar ilk 3 bölümünü 3 kere okudum. İlkini telefon üzerinden, diğer ikisini ise kitabın kendisi üzerinden, burada şekilde bütün hepsini özümseme çabam ve ilk okumamda yanlış anlamış olabilme endişemden dolayı tekrar okumaları gerçekleştirdim. Kitap ilk bölümde Eichmann’ın yargılandığı mahkeme ve davanın hazırlık atmosferi ve davalının niyetleri ile açılış yapmak istese de ben Eichmann’a odaklanacağım ve onun ekseninde bir anlatım yürüteceğim.
Eichmann için ilk başlanacak nokta sanıyorum ki kitabın 42. Sayfasında belirttiği:” …Zorlu bir hayatı lidersiz, tek başıma sürdürmek zorunda olduğunmu anladım; kimse bana emir vermeyecekti, gerektiğinde başvurabileceğim bir yönetmelik olmayacaktı-uzun lafın kısası, hiç bilmediğim bir hayat bekliyordu beni…”. 8 Mayıs 1945 tarihinde savaşın kaybedilmesinden sonra bunları düşünen Eichmann’ın hayatında realist olarak bakıldığında çok daha ciddi bir tehdit vardı. Hayatını kaybetme ihtimaliydi, çünkü sf. 32’de Goebbels’in “Ya gelmiş geçmiş en büyük devlet adamları ya da en büyük suçlular olarak tarihe geçeceğiz.” Sözünü duymamış olma ihtimali bence yoktu. Bunu destekleyici bir nokta da sf. 56’da bahsedilen, savaşın son günlerinde Eichmann’ın güle oynaya mezara gireceğini arkadaşlarına ifade etmesiydi. Sf. 34 ve 35’te Eichmann’ın duruşmada savunmasını yaparkenki yaklaşımı hukuki olarak suçlu olmadığı, kendilerine verilen emirleri yerine getirdiği üzerine kurmuş gözüküyor. Ki burada da Arendt de o dönem için de bu emirleri yapmamanın ne kadar zor olduğunu belirtiyor. Ayrıca Eichmann’ın ise sadece bu işleri seve seve yaparken her zaman buna karşıymış gibi duranlardan olmak istemediğini söylüyor. Eichmann artık olanların olduğunu söyleyen hatta ibret için kendisini asmayı teklif eden bir insan olarak kendini ortaya koyuyor. Ama bunların sebebi pişmanlıktan dolayı değil. Eichmann yine sayfanın devamında bu olaylar ile ilgili olarak üzüntü duyup duymadığına dair soruda ise şöyle bir durumdan bahsediyor: “…kendimi göç konusunda uzman olarak görüyordum ama bu görev birime daha dün katılan birine verilmişti… bu işe fena canım sıkılmıştı… Göçle ilgili meseleleri kendi üstüme almak için bir şeyler yapmam gerektiğine karar verdim…”. Kitabın sf. 43e bakıldığında ise “ Zamanın fırtınasına kapılmış bir yaprak gibi Schlaraffia’dan…. Tam tamına on iki sene ve üç ay süren “Bin Yıllık Reich”ın yürüyüş kollarına savrulduğu…. Ne bu davaya inandığı için Parti’ye katılmış ne de katıldıktan sonra inanmaya başlamıştı… sanki Parti onu yutuverdi…” gibi sözlerle bakıldığında ise kişisel olarak Eichmann’ın hayatının kaderci ve elinde olmayan bir şekilde gerçekleştiği yaklaşımında bulunurken Arendt buna “… Vacuum Oil Şirketi için çalışan gezici bir satış görevlisi olarak sessiz sakin ve normal yaşamak yerine, emekli bir SS yarbayı olarak asılmayı yeğleyebileceğini söyleyebilirdi.” Şeklinde itiraz ederek aslında Eichmann’ın artık sıkılmaya başlayan bir genç olduğu, Nazi hareketinin kendisi için yükselme fırsatını gördüğünü belirtiyor. Kitapta Eichmann büyük bir Yahudi düşmanı veya cani olarak görülmüyor, psikiyatrik anlamda hasta veya anormal olarak değerlendirilmediği bizlere aktarılıyor. Anormal veya normallikten ziyade bu kadar büyük kötülüğün gerçekleşme sebebini Arendt 3. Bölümün sonlarında “Seksen milyon insanıyla Alman toplumunu gerçeklik ve olgulardan koruyan da yine aynı araçlardı; aynı kendini aldatma, aynı yalanlar ve Eichmann’ın zihniyetine artık iyice kök salmış olan aynı aptallıktı. Bu yalanlar yıldan yıla değişiyor ve çoğu zaman birbiriyle çelişiyordu; dahası, Parti hiyerarşinin çeşitli
kademelerindeki insanların ya da genel anlamda halkın inandığı yalanların ille de aynı olması gerekmiyordu. Ancak kendini aldatma pratiği çok yaygınlaşmış, hayatta kalmanın neredeyse en önemli ahlaki önkoşullarından biri haline gelmiştir…” şeklinde açıklamaktadır ve bu açıklamada düşünce ve muhakeme yetisinin nasıl kaybolduğunu da ayrıca açıklayabilir. Benzer şekilde sf. 27’de “…katillerin ülke içinde elini kolunu sallaya sallaya dolaşmasını önemsemiyorlardı, çünkü bunların hiçbiri kendi özgür iradesiyle cinayet işleyecek gibi değildi. Ne var ki dünya kamuoyu – daha doğrusu Almanya dışındaki bütün ülkeler, Almanların tek kelimeyle das Ausland dediği şey – Almanların cezalandırılması konusunda direse, Alman halkı bu isteği seve seve ( en azından bir dereceye kadar) yerine getirirdi.”, sf.15’te geçen”…Yahudi liderler kendi insanlarının sonunu hazırlayanlarla işbirliğine gitmişlerdi? Yahudiler neden kurbanlık koyun gibi ölüme gitmişlerdi?” şeklinde davacı tarafın sorularıyla ve sf. 22’de geçen Rousset’ten yapılan alıntıyla “SS’in zaferi, işkence kurbanlarının hiç karşı çıkmadan darağacına götürülmeyi kabul etmesini, kimliğini olumlamayı bırakacak kadar kendinden vazgeçmesini gerektirir. Bu durumun elbette bir sebebi vardır; SS’ler kurbanın yenilgiye uğramasını yok yere, sırf sadistliklerinden istemezler. Kurbanını daha darağacına çıkmadan yok etmeyi beceren sistemin…koca bir halkı esaret altında tutmak, itaat altına almak için tartışmasız en iyi sistem olduğunu gayet iyi bilirler. Bu insanların kendilerine söyleneni harfiyen yapıp ölüme gitmelerinden daha korkunç bir şey yoktur.” İfadeler yine insanların iradelerinin yok olduğunu, düşünme kapasitelerinin gittiğini ve etraftan gelen talimatın peşinden koşa koşa gidebilir hale geldiklerini göstermektedir..
Son olarak, şu ana kadar anlatılanın en ki en doğru şekilde özeti olduğunu düşündüğüm sf. 37’de şu kısımla bitirmek isterim: “Argümanları, diğer bütün ‘normal insanlar’ gibi davalının da fillerinin suç unsuru teşkil ettiğinin farkında olması gerektiği varsayımına dayanıyordu ve ‘Nazi rejiminin istisnalarından olmadığına’ göre esasen Eichmann da normal bir insandı. Ne var ki, Üçüncü Reich koşulları altında sadece ‘istisnaların’ ‘normal’ tepkiler göstermesi beklenebilirdi. Meseleye ilişkin bu hakikat, hakimlerin ne çözebildikleri ne de kaçabildikleri açmaza yol açıyordu.”
Kitabın sonraki bölümlerinde görüşmek üzere…