YAVANLIK

Biz sosyal bilimcilerin pirlerinden biri olan Karl Marx “Alienation” isminde bir kavram ortaya atmıştır. Nadide dilimize “Yabancılaşma” olarak geçen bu kavramın büyük bir atılım olduğu bize söylenmiştir. Hatırladığım kadarıyla yabancılaşmanın 3 aşaması vardır: İşçi önce işine, sonra
çevresine, en son ise kendisine yabancılaşmasıdır. İşçi yaptığı işi ile olan bağı kopar, yaptığı ürünü tanıyamaz, sebebini anlayamaz, böylece işine yabancılaşır. Bu otomatizasyon örüntüsü içinde bulunan çevresindeki ilişkilerinde de aynı duruma şahit olur, toplumda gerekli görülen aksiyon ve davranışları anlayamaz ve çevresine yabancılaşır. En sonunda ise işçi kendisinin aldığı davranış ve de aksiyonları anlayamaz ve kendisine yabancılaşır. Yabancılaşma şu linkte açıklanmış, buradan tanım ve diğer kavramlar okunabilir.[1]

Ancak bugünkü yazının asıl meselesi ve de sormak istediği soru şudur: Neden yabancılaşırız? ve bu sorunun cevabı da başlıktadır: “Yavanlık”. Yavanlık nedir siz de bilirsiniz, hani yemeği yersiniz ve hiçbir şeyi olmaz, ağzınızdaki o paletlerden hiçbir şeyi harekete geçirmez, bir his uyandırmaz. Biraz tuz katarsınız o yavanlıktan kurtulmak için, uğraşır didinirsiniz. İşte odur yavanlık; hiçbir duyunuza hitap etmeyen şey yavandır. Yavan şey katlanılmazdır ve ondan kaçma isteği içinizde hep durur. Eğer ki bu yavanlıktan kaçabilme imkanınız varsa kaçarsınız ve de yabancılaşma haline düşmezsiniz, ama peki kaçabilme imkanınız yoksa? İşte o zaman yabancılaşma hikayesi başlar.

Yavanlığın ne olduğunu ve nasıl hissettirdiğini ben Max Stirner’den öğrendim. Stirner’in yazdığı “Biricik ve Mülkiyet” isimli kitap, şu feryadın teorik altyapısıdır bana göre: “Kardeşim! Siz kimsiniz de sizin iyilik haliniz için, beni yavan bir hayatın iyi olduğuna ikna etmeye çalışıyorsunuz?”. Bunu Stirner herkese söylemiştir: Marxistler, solcular, liberaller, muhafazakarlar, dindarlar… Stirner’in temel dayanak noktası egoizmin en ileri noktasıdır, hümanist değildir kendisi egoisttir.[2] Rivayet odur ki bu kitabı okuduktan sonra Marx’ın yoldaşı Engels çok beğenmiş ve Stirner’i tebrik etmiştir. Ancak Marx kitabı hiç beğenmemiş ve de Alman İdeolojisi isimli kitap da bu Stirner’e reddiye niteliğinde yazılmıştır. Stirner ise bildiğim kadarıyla başka da bir kitap yazmamıştır.

Yavanlığı oluşturan şeyden kaçamadığımız zaman yabancılaşmaya başlarız dedik. İşte bunun gerekçesi yukarıdaki paylaştığım linkte yatıyor. Oradaki tanımda fark ettiyseniz birbirine ait şeklinde bir kelime öbeği geçer. Aitliğin iki durumu vardır: rızaya dayalı veya mecburiyete dayalı. Rızaya dayalı aitliğin en temel özelliği arzudan kaynaklı olmasıdır.[3] Mecburiyete dayalı aitliğin en temel özelliği ise sürdürebilme ihtiyacından kaynaklı olmasıdır.

Şimdi bunu yine yemek örneğine geri döndürelim. Diyelim ki önünüzde bulunan yemek size yavan geliyor ancak bir sebepten dolayı bu yemekten başka bir şey yiyemiyorsunuz, artık mecbursunuz o bağlı olduğunuz şeye karşı uzaklık, nefret hisseder, yeme olayından tiksinirsiniz. İşte bu noktada yabancılaşma başlamıştır. Canlılık acayip bir kavramdır ve de gördüklerimiz bize evrimin, adaptasyonun iliklerimize kadar var olduğunu söyler. İnsan duyularının uyarılmasına ihtiyaç duyar ve de bir noktadan sonra o duyular artık o yavan yemek aracılığıyla uyarılmaya başlar, o yemek artık mükemmeldir[4] kendisi orada yaşanılan her şeyi unutur.

Ben otomatize, verimli etmeyi severim ancak otomatize edilmeyi, verimli hale getirilmeyi sevmem, hatta olabildiğince kaçınırım. Çünkü beni ben yapan, Talha yapan, biricikliğimin yok olacağından korkar, sıradanlaşacağımı, bir özneden ziyade nesne olacağımı düşünürüm. Bu yüzden Stirner’e her zaman sempati duymuş, bayılmışımdır. O bu uğurda kavga etmenin gerekçelerini ortaya koymuştur. Ama çok radikaldir, esneklik payı yoktur ve sürdürülebilirliği hiç umursamaz. Bunun getirdiği bir rahatlık vardır, her şeyin pür berrak olduğunu düşünürsünüz(Olmayabilir de) ama bu durum biraz da güdüktür.

Marx’ın inşa ettiği yaklaşım ise daha kompleksdir, daha ikna edicidir hatta, daha mantıklıdır da diyenbilirim ama şu sorunun cevabını ben Marx’ta bulamıyorum: Duyularımız tatmin edildiği sürece, hangi halde olduğumuzun ne önemi var? Bunun için
Matrix serisini izleyebilirsiniz.

Yabancılaşma Marx’ın en büyük atılımı bence de ama aynı zamanda kendisinin en büyük çürütücüsü, Ouroboros gibi aynı…


[1] Stanford’dan olduğu için itibarım vardır ancak burada bir konuya şerh düşmek de isterim: Tanımlama itibari ile bakış açısı insanın kendisi dışındaki varlıkları bir nesne olarak gördüğü üzerine kurulmuş, bunu biraz daha irdelemek gerekir, o bakış açısı insanlar arası ilişkiler ve diğer insanları algılamada bazı soru işaretleri yaratabilir.
[2] Hümanizm: durum veya olayların insan üzerinden açıklanmasıdır. Örneğin Gazali’nin pamuk ve ateş ile ilgili sorusunu biraz modifiye edelim. Gazali pamuk ve ateşi neden yan yana getirir? sorusunu soralım. Eğer, Tanrı böyle karar verdi ve o yüzden yan yana getirdi dersen, o zaman teist bir cevap vermiş olursun. Eğer ki insanın iki eli vardır ve bu iki eli eşyaları kavramaya yarar, insan kavradığı şeyleri merak duygusundan dolayı anlamaya çalışır ve birbirleri ile etkileşimini görmek ister ve de Gazali de insan olduğu için bu aksiyonu yapar dersen hümanist bir yaklaşım olur. Eğer Gazali öyle karar verdi ve o yüzden yan yana getirdi dersen işte bu bir egoist cevap olur.
[3] Rızanın inşası ise bir başka konudur, burada Gramsci’den başlayarak Batı Avrupa Marxizm’ine bir girmek gerekir.
[4] Marx bunlara da Lümpenler der.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir