Günün Anlam ve Önemini Açıklayan Şeyler-Asteroid City, Oppenheimer ve Otomatik Portakal

Her ne kadar öyle görünmese veya anlaşılmasa da bu başlıktaki üç eser de biraz psikoloji ile alakaları olan eserler. Üçü de film olarak bulunan bu eserler de ben Otomatik Portakal’ın filmini izlememiş, kitabını okumuştum ve etkileyici olmuştu.

Asteroid City Wes Anderson’ın birkaç ay önce piyasaya sürdüğü, büyük yıldızların da olduğu film. Filmi izlerken canımın sıkıldığını ve bir tekrarın içinde olduğum hissini reddedemeyeceğim. Film konu olarak sıkıcı olmakla birlikte ben çekim planlarını ve sahnesini sevdim. Özellikle de bir filme kaydedilmiş bir tiyatro izliyor olma hissi çok hoşuma gitmişti. Filmin ikinci hoşuma giden kısmı eğretiliğiydi. Günümüz dünyasında hep daha iyi, daha mükemmel, daha “doğru”, daha benzer ve daha ayırt edilemez olmaya çalışılan, bir nevi taklitte ustalaşmaya çalıştığımız düzende, bile bile efektlerin çiğ olması, amatörce ve tecrübesizce yapılmış olması benim çok hoşuma giden bir diğer şeydi. İnsanın eğretiliğe olan ihtiyacı ve de aslında eğretilikten kaçamayacağını bana tekrardan düşündüren sahneydi. Ancak bütün güzelliklerine rağmen, şunu söylemem gerekir ki, konu tam bir hayal kırıklığıydı ve sıkılmamın en büyük sebebiydi. Şöyle ki bir yas filmini tekrardan izlediğim, ölen karısının yasını atlatmaya çalışan, kendisini yeni meşgaleler ile meşgul etmeyi aslında yas ile yüzleşmekten kaçınmaya çalışan bir başkahraman diyebileceğimiz adam ile, bir başka noktada yalnız bir anne olarak hayatını devam ettiren biraz da varoluşsal bunalım içinde yaşarken kendi hayatını anlamlandırmaya ve renk katmaya çalışan bir kadın görüyoruz. Her ne kadar her ikisi de kendi içinde bulundukları ve konumlandırıldıkları yerden çıkmak istese de eninde sonunda oraya tekrardan dönmekten kaçınamıyorlar. Her ne kadar böyle yazınca güzelmiş hissi uyandırsa da bu filmi izlerken aklıma gelen şey Wes Anderson’ın bir başka filmi olan Darjeeling Limited ismindeki filmiydi. Burada da babalarının kaybı ile başlayan bir yas sürecinin sonunda bütün işler aslında tekrardan olduğu şekle, yere geri dönüyor. Wes Anderson, kimin yasının tutulduğu noktasını değiştirerek benzer bir film yapılmış hissinden kendimi alamadım ve benim için hayal kırıklığı oldu.

Oppenheimer ise Christopher Nolan’ın kısa bir süre önce ortaya çıkardığı biyografik tarzda olan bu film, her ne kadar biyografi desek de bir yandan da bir Batman serisinin 3 filmini kısa bir filme sıkıştırıldığı ve sürüldüğü hissinin öne geçemiyor. Sırasıyla kendini bulmaya çalışan bir kahraman, yolu sağla solla kesiştikçe bir şekilde kendi yolunu bulan, sonrasında memleketinin kendisine ihtiyaç duyması anında kendisine destek verilen, yıldızlaşan ancak sonunda kendisine habitatta ihtiyaç kalmaması sebebiyle dikkate alınmaz hale gelen ancak en sonunda yapılan haksızlığın farkına varılıp, “ihtiyaç olması sebebiyle” hakkı teslim edilen bir anlatıya sahip. Batman serisinin son filminde kahramanın düşmanı ortadan kaldırması sonrasında kendisine duyulan minnet ile Oppenheimer filmindeki kahramana duyulan minnetin kaynakları aynı. Her ikisinde de habitatta bulunan diğerlerinin işlerinin düşmesi sebebiyle oluşan minnet duygusu var. Diğergamlığı ile damga vuran ana kahramanlarımız her zaman sanki seçilmiş kişiler gibi, büyük resmi gören, bunun sorumluluğunu sırtında taşıyan ve de en sonunda alın yazılarını gerçekleştiren ve insanlığı kurtaran kişiler. Bu anlamda süper kahraman film anlatımlarından da çok farklı değiller ve bu hislerle Oppenheimer filmini izlerken ilk bölümünde sıkılmaktan uykumun gelmesi ile birlikte biraz hareketlilikle birlikte ikinci kısmın daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Ana kahraman seçimine bakılırsa Nolan’ın İsa filmi de çekmek isteyebileceğini veya çekeceğini düşünüyorum. 

Bu iki flmden bahsetmemin sebebi ise içine sıkışmış olan bir döngüsellik hali ve bunu atlatamamak. Sinemada, filmlerde, dizilerde gördüğüm şey hep aynılık ve bir noktada her şey sıkıcı hale gelmeye başlıyor. Bu anlatının içinde tekrar tekrar var olmak bana her zaman ritüelleri hatırlatır. Her nasıl ki bir iman eden insanın dinine göre ritüelleri varsa ve bunu yerine getirmesi gerekiyorsa, bu tarz aktiviteleri yerine getirmek de bir şehirli diye adlandırabileceğimiz kesimin ritüelleri, kendilerine şehirli demelerini sağlayan şeylerin ta kendisi. Ancak ben ritüelleri sevmeyen bir insanım.

Son olarak ise Otomatik Portakal kitabına gelelim. Otomatik Portakal okuduğumda çok hoşuma giden bir kitaptı, tabikide üniversitenin başlarında okumuş olmak, çok fazla şey bilmemek ve sonunda da okuyunca “vay be!” dedirten bir kitaptı. Kitaba hiç o kadar değinmeyeceğim ama bence en önemli yanı değindiği çok basit bir soruydu, “Şartlandırılarak yapılan iyilik, gerçekten iyilik midir?”. Kitabın başkahramanı bir nevi vandal şeklinde takılırken bu özelliklerinden dolayı bir rehabilite programına alınıyor ve şartlandırılarak vandallık yapacağı noktada kendini kötü hissediyor, kusmaya vesaire başlıyordu. Bu uygulamanın tam karşısında olan bir rahibin çabasıyla yapılan işlem tekrardan geri döndürülüyordu ve bu etki kahramandan kaldırılıyordu. Bu etik sorgulamayı dışta bırakarak yakın bir zamanda tüp mide ameliyatı olan birisi olarak hissettiğim kahramanımıza uygulanan rehabiliteye çok benzer. Ameliyat sonrasında çok fazla yemek yersen mide bulantısı ve istifra ile uğraşıyorsun, hatta yenmese bile bununla mücadele edilebiliyor. Bununla beraber başlarda komplikasyon korkusuyla bir şey yemeye içmeye korku da olabiliyor. Ek olarak bu mide bulantısı sebebiyle yemeye olan arzusunu, hevesini insan yavaş kaybediyor ve aç olsa bile yememeye başlıyor. Bütün bunlar bana aynı kahraman olan vandalın tabiri caizse koşullandırılarak, Pavlov’un köpeği gibi, “ehlileştirilmesini” çağrıştırıyor, yemek ile olan münasebeti bir başka noktaya koyuyor. Peki böyle bir duruma maruz kalmak insanın ne kadar hoşuna gider?

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir